“Suçlamak, kendimizi suçlamaktan başka bir şey değildir.” [1] Bu yazıyı, başka şeyleri yazmak/ tartışmak varken; yazmak ...
“Suçlamak, kendimizi
suçlamaktan başka
bir şey değildir.”[1]
Bu yazıyı, başka şeyleri yazmak/ tartışmak varken; yazmak “zorunda kalmak” bana acı veriyor.
Ancak biliyorum; “Gerçek, tıpkı ameliyat gibi, can yakabilir, ama iyileştirir,” diyen Han Suyin’in deyişindeki gibi her şey…
Yine ve bir kez daha, yani bıkmayan-usanmayan bir yenilenmeyle yeniden buradan başlayacağız.
Hayır; Marguerite Yourcenar’ın, “Kötümserlik ve iyimserlik, yadsıdığım iki sözcük. Gözleri açık tutmak söz konusudur. (...) Ancak insan kitlesinin binlerce yıldan bu yana az değiştiğini gözlemlediğimde kendimi kötümser duyumsuyorum. En büyük düzen kurucular genel olarak insanı değiştirmenin olanaksızlığıyla karşı karşıya kaldılar ve verdikleri ders genellikle kendilerinden sonra kayboldu,”[2]saptamasındaki bir bezginlikten, umutsuzluktan malûl değil durduğum yer.
Hangi türde olursa olsun; “sol(uksuzluğ)u” konuşmak; onun bedbin, müz’iç eleştirmenlerini yanıtlamak; nihai kertede geleceği konuşmak, yolunu açmaktır; boşuna değildir asla ve kat’a…
“Her çağın egemen ahlâk anlayışı, egemen sınıfların çıkarlarını yansıtıyor ve bunları sanki herkesin çıkarınaymış gibi evrenselleştiriyor,” kaydını düşen Yıldız Silier’in, “Çoğu kişi özgürlük istediğini söylerken aslında kendini kandırıyor. Onların asıl istediği, özgürlük değil, serbestlik ya da bedeli ödenmemiş bir özgürlük,”[3] diye eklemesi “sol(uksuzluğ)u”(muzu)/ geleceği(mizi) tartıştığımız güncel zemine yol gösterirken; bedbin, müz’iç eleştirmenler(imiz) kişiliğinde Samuel Johnson’un, “Siz bir tragedya yazmayı beceremeseniz de, başkasının yazdığı bir tragedyayı yerden yere vurabilirsiniz. Siz bir masa yapamasanız da, size kötü bir masa yapan marangozu paylayabilirsiniz. Sizin işiniz masa yapmak değildir,” haykırışını anımsamamak/ anımsatmamak mümkün mü?
Elbette değil; ben de yazmanın bana “acı” verdiği bu konuda, Samuel Johnson’un uyarısını asla göz ardı etmeden değineceğim soru(n)lara…
Bunu yaparken; onlara, “Hayır” dediklerime -zerrece- benzememek için dikkatliolmaya, sorumlu davranmaya özen göstereceğim.
Kolay mı? Onlar -geçmişte aslî hedef ilan ettikleri- “AB”deki “çokkültürcülük” konusunda bugün “eleştirel” şeyler söyleyenler; Ahmet Kaya konusunda 10 yıl sonra “eleştirileri”ni serd edenler; bir zamanlar “CHP”yi ilerletmek, ittifak yapmak için ölüp de bugün CHP’ye karşı “pozisyon”larını ortaya koyanlar; AKP’ye (ve Fethullah’a) el sürmeden her şeye karşı tavır alanlar; bir zamanlar SBKP’nin en sert, muhafazakâr (V. Büro onaylı/ vaftizli) savunuculuğundan “reel sosyalizm”in liberal ‘Taraf’lı eleştirmenliğine savrulanlar; 1970’ler boyunca Türkiye sosyalist hareketine ‘akıl hocalığı’nı elden bırakmazken bir kez olsun sokağa inmeye tenezzül etmeyenler; devlet terörünün Kürt coğrafyasını kasıp kavurduğu 90’lı yıllarda ağızlarını açmayıp, bugünün göreli sığ sularında Kürtlerin ‘danışmanlığı’na soyunanlar; ‘Hayata Dönüş’ harekâtı cezaevlerindeki devrimcilerin üzerine barut ve ateş olarak yağarken “varoş çocukları”nın “feda kültürü”ne dudak büküp, “Derin (denilen) Devlet”ten yakınmayı şimdi akıl edenler… nihayet ağızlarından hiç çıkarmadıkları “yeni sol” sakızını çiğneyenlerdir…
Onların “eleştirileri”ne (ve kaçınılmaz olarak da onlara) dair söz edeceğim; bir zamanlar ÖDP’yi bir imkân olarak görüp de, “solu”nun tasfiye edildiği ilk dalgada dışa düşürülenlerden birisi olarak!
“SOL”(SUZLUK)UN DURUMU
Evet, inkâra ne hacet ortada bir “sol(uk)”suzluk durumu vardır; günceldir; yakıcıdır; yanıtını aramaktadır!
Öyle bir post-modern labirentteyiz ki, burada, “Sol Ne(ymiş!)?” sorusuna; Oral Çalışlar, “ABD emperyalizminden başka bir bildikleri yok, sol geri kaldı… Sol, en muhafazakâr dönemini yaşıyor. Türkiye’de sol, değişen dünyayı algılamakta geri kaldı, etkili politika üretemedikçe tutuculaşıyor…”
Mümtaz’er Türköne, “Sağ-sol eksenli bu değerlendirmeye katılmıyorum. Çünkü sağ-sol ayrımı büyük ölçüde anlamını kaybetmiş durumda. Marksist ideoloji gözden düştü. Dolayısıyla bu durumu sol geriledi, kendini geliştiremedi diye değerlendirmek doğru olmaz. Sol hayattan koptu, marjinalleşti. Bugün Türkiye’de kendini sol olarak ifade eden eğilimler temsil kabiliyetini kaybetti…”
Mehmet Barlas, “Sol sırf muhalefet etmek için hiç düşünmediği konularda yanlış taraf olmaya başladı. Bu gördüğümüz, normal sol değil. Sol sadece muhalefet etmek için sivillik karşıtı, AB karşıtı, insan hakları karşıtı söylemler sarf ediyor…”
Mehmet Altan, “Türkiye’dekiler solcu değil orducu… Sol aslında moderndir ve üretkendir. Türkiye’de şarlatanlara, ordu taraftarlarına solcu deniyor,” yanıtlarını veriyorlar da; bunların solla ilişkisi ne, işte orası meşkuk…
Ancak “öğretmen” edasındaki onlar açısından bilinen odur ki, Şudraka’nın deyişiyle, “Yalnız suyu acı olan kuyularda bol su bulunur”ken; Jean Dubuffet’inin ifadesiyle de, “Öğretmen sadece, nerede ve ne zaman gerçekleşmiş olursa olsun, ‘ön-plana-çıkmış’ların listeleyicisi, resmîleştiricisi ve onaylayıcısıdır”![4]
Evet W. Goethe’nin, “Bir dert atlatıldıktan sonra insana bir kazanç oluyor,” saptaması temelinde ele alınması gereken soru(n), teorik olduğu kadar hayata ilişkin, pratik; ancak hepsinin de ötesinde bir devrimci praksis yani hayatı örgütleme ve değiştirme fiiline mündemiçtir.
“O da ne” mi? “Nasıl” mı?
Gayet basit; mesela bu konuda W. Goethe şunlara işaret eder:
“Bilmek yetmez, uygulamalı da!/ İstemek yetmez, yapmalı da!
“Herkes önünde duran taşı kaldırsa ya!
“Eylem her şeydir, ün bir hiçtir...
“Hakiki insanın bayramı faaliyettir...
“Korkuyu ve derdi ürkütüp kaçıran yalnızca faaliyettir...
“Ve rahatça yazıyorum; başlangıçta eylem vardı...
“İşlev, eylem hâlinde düşünülmüş hayattır...
“Hayat bize her adımda doğru yolu gösterir”...
“Günlük hayat, dediğim gibi, en etkili kitaptan daha öğreticidir...
“Hayata inan! O, hatipten ve kitaptan daha iyi öğretir...
“Hayat, herkese ne olduğunu öğretir...
“Hayat, yalnız kâr-zarara göre mi hesaplanır?
“Yaşamak demek, karşı koymak demektir.”[5]
Teori, ancak böylesi bir devrimci faaliyetin parçasıysa, anlamlı, kavranabilir, yol açıcı, dönüştürücü nitelikleriyle toplumsallaşabilir; yoksa post-modern bugünlerde karşımıza dikildiği türüyle mütevazı olmayan “bilgiçlik”, lafazanlık olur.
O hâlde verili koordinatlarda “sol”(suzluk)un durumuna ilişkin olarak “Ne diyorlar” sorusunu “Ne yapıyorlar”dan ayrı ele almak mümkün olmadığı gibi, bizi liberal savrulmadan başka bir yere götürmez…
Ha; ‘Taraf’ta, “Solcular” bir sol parti boşluğu olduğunu söyler durur. Ama o parti nedense hiç oluşamaz,” diye sorarsanız eğer, Gürbüz Özaltınlı gibi, “Tam da bundan yani lafazanlıktan!” yanıtını alırsınız…
Yine “Nasıl” mı? Örneğin, “Türkiye siyaset yelpazesinin düzen dışı, düzene alternatif olma iddiasını taşıyan sosyalist sıfatlı mikrokozmozuna gelince... 30 yıldan beri sadece önceki yıllarda edinebildiği gücünü değil, potansiyelini de giderek tüketip bugünlere gelen bu çok odaklı dünya, vaktiyle içinde ve çevresinde yaşatabildiği entelektüel-fikri ağırlıktan türeyen prestiji ve özellikle ‘60-70’li yıllarda verdiği mücadelenin sağladığı moral üstünlüğü de büyük ölçüde aşınmış, artık sözü edilemez düzeye düşürmüştür.
Sosyalist sıfatlı bu mikrokozmoz, böylesi bir eğik düzlemde gidişini sürdürürken, bu yol ve gidişten kurtulabilmek için hepsi de başarısızlıkla sonuçlanan aynı birleşme formülünün değişik varyantları içinde uğraşmaktan başka bir yol da bulamamıştır.
Birikim’de bu durum ve gidişin önlenemez olduğu; çünkü söz konusu odakların tümünün içinde yer aldığı geleneksel, harcıalem tanımlı sosyalizm anlayışının, perspektifinin bu kaderi kaçınılmaz kıldığı başlangıçtan beri vurgulanarak anlatıldı. Sosyalizmin gerçek bir düzen ve insanlık durumu alternatifi olabilmesinin mutlak önkoşulu, sosyalizmin yeni baştan tanımlanmasıdır denildi,”[6] türünden, Ömer Laçiner imzalı laflar gibi…
Radikal sosyalist hareketin içinde bulunduğu durumdan kurtuluşu; “parlak”, “jan janlı” lafların eseri olmayacaktır; zaten böylesini fildişi kulelerinde yaşayanlardan başkalarının da tahayyül ve tasavvur etmesi mümkün ve muhtemel değildir…
Ancak Birikim(ciler) ve Ömer Laçiner böyle düşünme lüksüyle, “Yeni baştan tanımlanacak bir sosyalizm insanî-toplumsal varoluşumuza, hem geçmiş deneylerin ışığında hem de yeni üretici güçlerin sunduğu devrimci potansiyel ve imkânlar bağlamında verebileceği cevaplar… tarihsel bir önem ve aciliyet taşıyacaktır. (…) ‘Yol ayrımı’nın gerekçesi budur,”[7] der!
Ama bir dakika “yeni üretici güçler” derken; “yeni” dediğiniz, -hani şu “Ona dönelim!” çığlığı attığınız- Marksist teorinin bilgisi dahilinde olmayan bir şey mi var ki; onu da siz keşfetmiş bulunuyorsunuz!?
Kanımızca devrimci Marksizm inşa hâlinde bir teoridir; onu geliştiren (“yenilen” de olsa) devrimci pratikler/ deneyimlerdir!
Eğer bir devrimci Marksizm’den söz edilecek ise, bunu Büyük Ekim Devrimi’nin ve V. İ. Lenin’in üzerine -keyfinizce- bir çizgi çekerek yapamazsınız; yapmaya kalkışırsanız da gülünç olursunuz!
“HESAP(LAŞMA)” MESELESİ
Buradan, post-modern (asrî) zamanlarda bir hayli moda olan “sosyalizmle hesap(laşma) meselesi”ne geçebiliriz…
Yeni bir şey yok; Birikim bunu hep yaptı; bugün de o bildik atraksiyonunu farklı bir versiyonda ama aynı özle temcit pilavı gibi ısıtıp, ısıtıp karşımıza çıkarıyor; bu eski şarapların yeni şişelerde sunulmaya kalkışılmasından başka bir şey değil.
“… Doğmanın anahtarını elinde tutan mabed bekçileri hâline dönüşmek”in ne kadar kötü olduğu gibi bir “öcü”yle okuyucuya “gözdağı” veren Ahmet İnsel ekliyor: “Demokrasi arayışı Marx’a göre İnsan’dan hareket eder… ‘Günümüzde demokrasi, komünizmdir’ veya tam tersi…”[8]
Öncelikle Anton Çehov’un, “Başkalarının günahları sizi aziz yapmaz,” sözünü anımsatarak; Ahmet İnsel’e soralım: “Söylediklerimi ne zaman yeniden düşünsem, sağırları kıskanırım,” diyen Genç Seneca gibi düşündüğünüz oldu mu hiç? Her neyse devam edelim!
Evet “Demokrasi arayışı Marx’a göre İnsan’dan hareket eder,” ancak bununla sınırlanmaz; tam da bunun için Marksizmin icat etmediği ancak bilgisi dahilinde olan sınıf mücadelesi zemininde özgürleşmenin önündeki engellere (devlete) karşı politik mücadeleyi devreye sokar; bu -liberaller ne derse desin- yaratıcı bir yıkımdır; zora dayanan; bu yolda silahı ve siyaseti örgütleyen bir devrimdir!
Ahmet İnsel buna der? Açıkça yanıtlamalı…
Devam edelim; Ahmet İnsel, Birikim’de yayınlanan yazısını daha önce “ufak makyajlar” ile ‘Radikal İki’de de yayınlayıp, şunları demişti:
“Bolşevizm ve onu taklit eden rejimler altında ortaya çıkan komünizmin XIX. yüzyılda ortaya çıkmış devrimci hareketlerin ve Marx’ın analizlerinin bir ürünü olduğunu söyleyebilir miyiz?
Komünizm deneyimi, toplumun yönetici sınıfı olmayı arzulayan, dolayısıyla devleti ele geçirmeyi, iktidar olmayı, kendi yöneticilik arzu ve iradelerini hayata geçirmeyi bekleyenlerin sosyalist ilke ve değerleri bir kutsal referans kitabına dönüştürerek, topluma hükmetmelerinin hikâyesidir aynı zamanda. Tam da bu nedenle komünizm deneyimini ve onun arkasında yatan devrimcilik anlayışını bugün yeniden ısrarla sorgulamak, sosyalistler için bir gerekliliktir.”[9]
Bir dakika bay İnsel! George Monbiot’un deyişiyle, “Birçok yerde insanlar artık çıkarlarına aykırı politikaları ses çıkarmadan kabul ediyor. Eskinin ilerici partileri bile, sağın ve reklamcıların dayattığı değer kaymasına ayak uydurmaya çalışıyor”ken[10] yoksa siz de Ekim Devrimi’nin bir “darbe” mi olduğunu mu geveliyorsunuz?
Dedikleriniz ve tutumunuz, “Marksizm iyidir, hoştur, ama kütüphane raflarında kaldığı sürece. Birileri onu hayata geçirmeye kalkıştığı anda ‘kirlenir’,” diyen bir püritenin obsesyonu mu? İnsanların Marx’ın öngördüğü ve istediği üzere, burjuvazinin lanetli egemenliğini devirmeye kalkışmaları size neden bu denli irkiltici geliyor? Ve de Rusya’da devrime önayak olan Bolşeviklerin “toplumun yönetici sınıfı olmayı arzulayan” muhterisler olduğu sonucuna nasıl, nereden vardınız Bay İnsel?
Size ve benzerlerinize hatırlatayım: Beyaz eldivenlerle “eleştiri” yazıları yazılabilir, ki yaptığınız bu; ancak beyaz eldivenlerle politika yapılmaz, ki yapmadığınız da bu…
Bu paradoksunuzu; politika yapmadığınız sürece “es” geçebilirsiniz…
Bu durumda W. Shekespeare’in, “Gerçekten ne yaptığınız, yapacağınızı söylemenizden önemlidir”; Plautus’un, “Yapacağım diye vakit geçirme, yaptım de!”; Moliere’nin, “Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapamadıklarımızdan da sorumluyuz,” sözlerinin altı defalarca çizerek hatırlatmakta fayda görüyorum! Çünkü kapitalizme başkaldıranlar, yapanlar, eyleyenler için hayat “lafoloji” değil; onu ötesinden başlar…
Örneğin, “Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin legal olarak kuruluşuna giden yolda, TKP adına Yalçın Ergündoğan… 1989 yılında, Behice Boran’ın mezarı başında ‘komünistlerin yeraltından, legale çıkış’ deklarasyonunu okudu… Ergündoğan TBKP birinci dönem MK üyesi idi,” diye tanıtılan zatın “ “Esas yüzleşme ve bir devrin kapanışı SSCB’nin yıkılışı ile yaşanmıştır… Bence referandumda alınan tutumlar, referandum sonrası bazılarının sandığı gibi yeniden yolları kesiştirmeyecek. Kopuş derinleşecek. Türkiye’de ‘geleneksel sol’ anlayışın tarih sahnesinden çekilişini hep birlikte izleyeceğiz,”[11] diye buyurması çok kolaydır!
Ancak “yüzleşme”den, “devrin kapanışı”ndan, “geleneksel sol”dan söz eden bu zata sormazlar mı, “Bunun bir parçası değil miydin?” diye!
Şimdi bunu “es” geçerek; Amerika’yı yeniden keşfetmeye kalkışanlara “kaşif” değil “turist” diyorlar; onun için de “turist”ler bize “kaşif” rolü kesmese daha iyi olmaz mı?
Biliyorum bunların altını çizdim diye; bir zamanların hızlı Aydınlıkçı’sı olup da bugünlerde, “TKP, ÖDP, Birgün, Ertuğrul Kürkçü, (Alevi Derneklerinden) Turan Eser, Fikret Başkaya. Kendilerini eleştiren herkese karşı bir ‘geleneklerimize küfür ve hakaret’ zırhı (oysa küfür ve hakaret eden sadece kendileri),” türünden asılsız mugalatalarla top çeviren zat gibiler kızacak, ama ne yapabilirim?
Herkes bir şeyleri derken; “Dedim oldu” tavrından vazgeçip, demeden önce diyeceğini, yazacağını uzun uzadıya düşünmeli…
Ancak bu böyle olmuyor; çoğunlukla bu tür insanlar “özel tarihi”ni, “konumu”nu, “öznelliği”ni biz(ler)e “teori” gibi sunmaya kalkışıyor.
Mesela “Bizim kuşak (60’ların başında sosyalizmi benimseyen kuşak), çok kısa sürede Marksizme ‘inandı’. Tabii inanmak ve anlamak eşanlamlı kelimeler değil... İçinde yaşadığımız toplumun içerdiği haksızlıklara karşı çıkmak, adalet ve eşitlik ütopyasına sarılmak açısından Marksizm bize ‘iyi gelmişti’. Dünyayı değiştirmeyi hedefleyen bir ideolojiyi benimsemekle dünyayı gerçekten değiştirebilmenin farklı şeyler olduğunun bilincinde değildik. Zaman içinde çeşitli hayal kırıklıkları yaşadık,” diyen Oral Çalışlar ekliyor: “İdeolojiler birer inanç olarak şekillendikleri sürece, değişimi anlamakta zorlanmaları kaçınılmazdır. Marksistler tam olarak bu açmazı yaşıyorlar.”
Dikkat edin; Oral Çalışar kendi özelinden “Marksistler için genel dersler” çıkartmak gibi boyunu aşan işlere soyunuyor…
Eğer Oral Çalışlar Mahir Çayan’ın, Ulaş Bardakçı’nın, Hüseyin Cevahir’in THKP-C’sinin, Hüseyin İnan’ın, Deniz Gezmiş’in, Sinan Cemgil’in, Ömer Ayna’nın THKO’sunun, İbrahim Kaypakkaya’nın TKP-ML/ TİKKO’sunun bir “inanç” örgütlenmesi olduğunu söylüyorsa; bu onun (yanlış) öznel kanaatidir; gerçek değil!
Kaldı ki Oral Çalışlar bu konuda da “sarraf” falan da değildir!
O hâlde gelin Ekim Devrimi’ni ve Lenin’i ya da coğrafyamızdaki başkaldırıları konuşmak için eleştirellik kadar insanî bir vicdana muhtaç olduğumuzu unutmayalım…
Tarihi yaratanlar; elbette tarihi yorumlayanların eleştiri ve itirazlarından nasibi alacaktır, almalıdır da; ancak tarihi keyfince alt üst etmeye kalkan bir hoyratlığın vicdansız sorumsuzluğuyla olmamalı bu asla ve kat’a!
Liberal solculardan, tarihi yaratanlara AKP’ye oldukları kadar toleranslı olmalarını istememiz, beklememiz nafile mi acaba?
Mesela, “Referandum bir son noktaydı” vurgusuyla Ömer Laçiner, “Bu süreç aslında, bütün dünyada olduğu gibi, burjuva devrimi sürecidir. Çünkü modernleşme bir burjuva devrim sürecidir… Bu süreç bir açıdan Türkiye’de burjuva demokratik devrimin tamamlanmasıydı. Şu anda AKP’nin temsil ettiği kesim bu asker sivil bürokrasi ile mücadele ediyor. Bu mücadelenin son etabına geldik… Kimse senden AKP’yi alkışlamanı beklemiyor, ama şu anda AKP Türkiye’de ordudan, asker sivil bürokrasiden, bugüne kadar gelen zihniyetten daha ileri bir şeyi temsil ediyor,”[12] derken “burjuva devrimi tamamlayan” AKP’ye karşı ne kadar “sevecen”, değil mi?
Evet “… ‘Sol liberal’ kanaat önderleri AKP’nin hükümet olmasıyla başlayan dönemi, anomaliye nihayet veren bir burjuva demokratik devrim olarak tanımlıyorlar”ken[13] -hiçbir şeye karşı olmadıkları kadar!- müthiş toleranslılar…
“Neymiş Anadolu’dan yükselen, giderek zenginleşen yeni bir burjuvazi huzur ve güven istediği için bu değişime öncülük yapıyormuş ve dolayısıyla eski rejimin ezdiği bütün kesimler aleviler, Kürtler, devrimciler bu bayrak altında toplanmalıymış. Teori bu.”[14]
Ne hoş, ne âlâ değil mi?!
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP)’nin (Erdoğan onları “Demokratik Sosyalist İşçi Partisi” diye bilir!) Genel Başkanı Doğan Tarkan da (ki partisinin yumruğunu pek beğenmez ve “Türk solu koyun gibi”dir buyurur!) onlardan birisidir; “tabandan sosyalizme inanan”(!) zat “Gelecek bizim siyasetimiz ve AKP arasındaki mücadele ile şekillenecek,”[15] diyecek kadar “ciddi”dir; “geleneksel solu” da eleştirmektedir!
Burada duruyorum; Platon’un, “Yalnızca eleştirmek hiçbir işe yaramadığı gibi, insanı da bir sonuca götürmez,” sözünü anımsatıp; W. Goethe’nin de “Bizi en sert eleştiren kimdir?/ Ümitsizliğe uğramış bir meraklı!”[16] repliğini aktararak…
“MARUZATLARI”YLA LİBERAL ZIRVA(LAR)
Uraz Aydın’ın, “Bir yanda liberal demokrat söylem ve perspektif sol cenahta mevzi kazanırken, iktidar partisinin İslâmi kimliği karşısında Kemalist-ulusalcı sol da tabanını genişletmeye başlar,”[17] diye tariflediği siyasal tabloda; “Solun liberalizmce kolonize edilmesi”ne[18] dikkat çek İsmet Akça’nın tespiti yaşamsaldır…
Hâlâ devrimci olan (ve kalan) ne varsa “düzen içine” çekmeye gayret eden liberal “maruzatlar”ın hepsi “yanlışlar(ımız)”/ “yanılgılar(ımız)” üzerinedir; veya bundan başka hiçbir şey söz konusu değildir. (Bir an ya “biz” olmasaydık bunlar ne yapardı, neye yararlardı diye düşünmediğim de olmuyor değil?)
Mesela “Şöyle bir tezim var. Tartışmaya açıyorum. Türkiye’de ‘68 kuşağı otoriteye başkaldırırken otoriteye sığınmıştı,” diyen Gündüz Vassaf, tezi daha tartışılmadan, hop diye, “Türkiye’de ‘68 sol hareketinin önderi, sözcüsü konumunda olanlar, istisnalar dışında, hâlâ otorite kurbanı ve otorite müptelası. Oldukları yerde kaldılar,” sonucunu çıkarıyor!
Bu durumda Vassaf’ın size demokratikçe bıraktığı tek şey (yani dayatma) bu hükme “Evet” demek oluyor; ne demokratik bir tutum değil mi ama?
Hiç anti-otoriterlik adına, böylesine kusursuz otoriter bir cinayet işlendiğine tanık oldunuz mu?
Evet, liberal zırvaların post-modern maruzatlarıyla karşı karşıyayız; Nilüfer Göle şu postmodern “nostalji”yi dile getirirken aslında “burka”dan fazlasını anlatıyor bize.
“Burkanın hatırlattıklarını, burkanın karanlığının rahatsız ediciliğini seviyorum, düşündürürcülüğünü seviyorum. Unutmak istediğimiz ama burkanın hatırlattığı bir şey var: Mahremiyet ve her şeyin görünür olamayacağı. Modernleşmenin önemli özelliklerinden birisi her yeri aydınlatmaktır. Çok güzel, her yer aydınlatılsın. Daha güvenceyle dolaşıyoruz, sokaklar da bize, kadınlara ait oluyor. Işık modernitenin bir parçası, ama o kadar çok ki, bazen çok göz alıyor, gölge, loş alan bırakmıyor. Loşluğa katlanabilen kimse yok, floresan lambaları... İşte bu noktada Burka kavgası bize kaybettiğimiz şeyleri hatırlatabilir...”
“Aydınlık”tan kaçış hâli, bu “loşluk” iptilası bulaşıcı olmalı ki, eski “Aydınlık”çı Oral Çalışlar’a da sirayet ediyor:
“Türk solunun birçok dönemde Kemalist modernleşmeye yakın durduğu, despotik modernleşme yanlısı bir çizgi izlediği, elbette ki söylenebilir. Türk solunun toplumsal bilinçaltında ‘farklı renklere kapalı’ bir boyutun var olduğundan söz edilebilir. Dünya soluna uzun bir dönem egemen olmuş olan ‘kitlelere dışarıdan bilinç götürülür’, ‘bunun için tek parti diktatörlüğü gereklidir’ fikriyle Kemalist tek parti fikrinin örtüştüğü bir gerçek. Bu fikriyatın halktan ve ‘halkçılıktan’ uzak bir ruh hâline neden olduğu da inkâr edilemez.”
“… ‘Bu sol Türkiye’nin geleceğinde bir rol oynayabilir mi?’ diye soracak olursak, ‘hem evet, hem hayır’ şeklinde bir cevap vermek gerçekçi olabilir.
Evet, çünkü sol hâlâ ciddi bir değişim potansiyelini içinde barındırıyor. Hayır, çünkü solcularımız ne yazık ki toplumun özgürlük, demokrasi talebiyle uyum içinde yürüyebilecek bir anlayışa gelebilmekte değiller.”
Onlar böylesine “genellemeler” konusunda nasıl da bu kadar rahat olabiliyorlar; bunu hâlâ anlamış, kavrayabilmiş değilim!
Özetle dedikleri; bizim dediğimiz gibi değilseniz “tu kaka…”
Ancak elleri egemen medyada kalemden başka bir şey tutmayan onlara, Voltaire’in “Alçak gönüllülük, gururun perhizidir,” sözünü anımsatarak; W. Shakespeare’in, “Az iş yapan el daha hassas, ama daha hünersiz olur,” uyarısını aktarmakta yarar görüyorum!
“YENİ (OLMAYAN) SOL PARTİ”
Bilmem duydunuz mu? “Madem biliyorsun, öğret!” diyen bir Sümer Atasözü vardır…
Her şeye bu denli “vakıf olan”, “bilen” ya da tabir caiz ise “mangalda kül bırakmayan” kalemlerin, biraz da yapıp/ eyleyerek yani somutta “bilmeyenler”e öğretmeleri veya şu sözünü çokça ettikleri “Yeni (Olmayan) Sol Parti”yi yığınlara mal ederek her şeye bir “nizam”, “intizam” vermeleri gerekmez mi?
Elbette gerekir!
Onlar bunu denemedi değil; deneyip, ellerine yüzlerine bulaştırdılar!
Koca, koca lafların edildiği o günlerde Hüseyin Çakır diyordu ki:
“Türkiye Marksist-sosyalist solunda 60’lı yıllar ayrışma, 70’li yıllarda fraksiyonculuk, sol içi rekabet ve çatışma dönemleri yaşandı. 12 Eylül’den sonra hem Marksist solda, hem CHP’nin kapatılmasıyla sosyal demokrat, demokratik solda birlik girişimleri başladı. Solun Marksist ve sosyal demokrat kanadında birleşme girişimleri, birleşmeler 1980’lerin ilk yarısında başladı 2000 yılının ilk on yılında, ‘solda birlik’ sorun olarak hâlâ devam ediyor.
Sosyal demokrat ve Marksist sol kesimde ayrı ayrı süren birleşme girişimleri tek bir mecrada birliğe doğru gidiyor. ‘Sosyal demokratlarla, sosyalistler’ ‘Çağdaş Sol Bir Parti’ fikriyle 2009 yılının yazında bir araya gelerek ‘tarihi birlik’ için adım attılar.
Sosyal demokrat kesim olarak kendilerini tanımlayan, 10 Aralık, SHP ve sosyalist soldan gelen ÖDP genel Başkanlığından istifa eden Ufuk Uras, ÖDP içinde ‘özgürlükçü sol’ olarak kendilerini tanımlayanlar ve ÖDP’den daha önce ayrılmış ve geçmişte sosyalist solda yer almış olanların oluşturduğu ‘Özgürlükçü Sol Hareket’ ve demokrat, liberal, sosyalist olarak bilinen; Mithat Sancar, Fuat Keyman, Erol Katırcıoğlu, Ahmet İnsel… akademisyenler ve aydınlarlar, ‘yeni bir sol’ oluşturmak için yola çıktıklarını ilan ettiler…”[19]
Aynı kesitte, “Esas olarak bu tür fikirlerle ve daha ‘pratik’ anlamıyla politika yapma ihtiyacıyla olmalı, ‘özgürlükçü’ sıfatını önemseyen solun bir kesimi ‘Yenisol’ adıyla yeni bir oluşum başlattı... Önem taşıyan bir hareket, Yenisol,” diyordu Necmiye Alpay da…
Dedim ya koca koca lafların edildiği günlerdi o kesit…
Mesela “Kürt sorununun, Alevi sorununun, cinsiyet ve yaş ayrımcılığının, etnik veya dinsel diğer ayrımcılıkların, iktisadi ve sosyal zümre farklarının yarattığı mağduriyet, dışlanma ve ezilmelerin çözüm anahtarı, bu sorunlara sol perspektiften bakıldığında eşitlik ilkesidir…”[20]
“Sadece demokrasiyi yerleştirmek ve güçlendirmek için değil, toplumsal yaşamın her alanını ticaret nesnesi hâline dönüştüren zihniyetle mücadele etmek için de geniş tabanlı bir siyasal harekete, partiye ihtiyacımız var…”[21]
“Türkiye’de solun ilkeler etrafında beraberliğini sağlayacak bir girişim, üstten konuşanların, geleneksel sol siyaset eşrafının kendilerini içinde rahatsız hissedeceği ve kendini değiştirme ihtiyacı duyacağı bir yolda yürümelidir…”[22]
“Yeni bir sol parti, Türkiye toplumunun başına gelen ve yakında gelmesi ihtimal dahilinde olan büyük felaketlerin birinci sorumlusunun ulusalcı-milliyetçi virüs olduğunu dile getirenlerin partisi olmalıdır…”[23]
“Yeni bir sol siyasal oluşum siyasal duruş sergilemekle yetinmeyip ilkeli bir siyasetin sesi olmayı başarırsa heyecan verici olur. Solun siyasete yeniden dönmesi demektir…
Söyleyip ruhunu kurtarmaktan biraz daha fazlasını yapmaya yeniden başlamaktır. Tanıl Bora’nın tam hedefini bulan ifadesiyle, ‘sol zaten biliyor olmakla’ yetinemez. Yetinemez çünkü rahat edemez. Etmemelidir. Yeni bir sol siyasal oluşum siyasal duruş sergilemekle yetinmeyip ilkeli bir siyasetin sesi ve eyleyicisi olmayı başarırsa anlamlı ve heyecan verici olacaktır,”[24] dedi Ahmet İnsel; sonra da parti tam kurulacakken yan çizdi!
Tam o günlerde gazetelerde haberler çıktı sayfalarca ve bol fotoğraflı; “ÖDP’den istifa eden Ufuk Uras, bugünlerde enerjisini solda yepyeni bir hareket için harcıyor.
Yaptığımız sohbette, hareketin temelinin ‘birey odaklı’ olacağına, bireysel özgürlükleri, demokrasiyi, demokratik hakları savunacağına özellikle vurgu yapan Uras, bu nedenle de yeni yapılanmaya ‘vicdan hareketi’ demeyi uygun görüyor.
Ufuk Uras, henüz temasların sürdüğünü belirterek, ayrıntı vermek istemiyor. Ancak biraz ısrar edince, ilginç isimleri birbiri ardına sıralıyor; ünlü romancı Yaşar Kemal, suikaste kurban giden gazeteci Hrant Dink’in eşi Rachel Dink...
Bitmedi; Çok sayıda sendikacı ve özellikle Alevi kesiminin önderleri de bu hareketin içinde yer almaya hazır Ufuk Uras’a göre…”[25]
Sonra “Yeni sol parti mağdurlar hareketi olacak. AKP’ye muhalefet ancak ezilenler için daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük isteyerek yapılabilir… Alevi kesimde politik Rönesans yaşanıyor. Aleviler ilk defa ‘CHP’nin dolgu malzemesi’, sadece seçmen kitlesi olmaktan çıktılar. Siyasi özne oluyorlar… Seksen bir ilde meclis kurduk,” diyen Ufuk Uras da son anda geri adım attı!
Tam o kesitte -şimdilerde unutulan/ unutturulan!- kocaman, kocaman laflar edildi; ben hatırlatmadan geçmeyeyim:
Mesela “Tahayyülü üretim, tüketim ve kalkınmadan ibaret bir sol anlayışın pozitivist ve rasyonalist olduğunu düşünüyor, yeni ve sola dair bir şey söylemenin bir diğer koşulunun bu durumdan vazgeçmek olduğunu iddia ediyoruz. Algı ve sorumluluk anlayışımız ulus-devlet kavrayışının ötesine geçerek bütün insanlık üzerinden kurulmalı,” diyorlardı Ömer Faruk ile C. Murat Özgünay…
Mesela “Her kötülüğü emperyalizmle açıklayabilen, her musibeti neo-liberalizme havale edip yerli yerinde kullanılsa işlevi, açıklayıcılığı bulunan kavramların da içini boşaltan solculuk, Türkiye’de pek de yabancısı olmadığımız bir şey,” diyordu Kaya Akyıldız…
Mesela “Sol, tarihsel yükünün altında eziliyor. Yalnızca sol mu? Bugüne kadar dünyayı anlamak, yorumlamak ve değiştirmek için kullandığımız bütün kavramların içi boşaltılıyor ya da eskidi denerek bir kenara atılıyor…
‘Eski sol’un iktidarı ele geçirme konusunda başarılı, ‘eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’i gerçekleştirme konusunda büyük ölçüde başarısız olması, o güne kadar üzeri örtülen, iktidarı ele geçirdikten/devrimden/bağımsızlıktan sonraya ertelenen sorunlara odaklanan çok sayıda hareketin ortaya çıkmasına yol açtı,” diyorduFaruk Alpkaya…
Geriye ne mi kaldı? Hz. Ali’nin, “Verilen söz, zamanında yerine getirilmesi gereken bir borçtur,” deyişine sırt dönmüş kocaman bir hiç, veya ölü doğan bir EDP…
YİNE, YENİDEN “SOSYAL-DEMOKRASİ” (Mİ?)!
“Kocaman bir hiç olanlar ya da ölü doğanlar”ın fikri zemini “yine, yeniden sosyal-demokrasi (mi?)!” diye betimleyebileceğimiz ortak bölendir.
Steven Erlanger’in, “Avrupa’da sol, sağın başarısızlıklarından faydalanamadığı gibi seçmenden de yeterli ilgi göremiyor… Siyasi gündemi belirleyen Avrupa solu değil Avrupa sağı,”[26] betimlemesinin muhatabı olan söz konusu zeminin soru(n)larından birisi, ‘The Guardian’ın veciz ifadesiyle, “Avrupa’nın sosyal demokratlarının Avrupalı seçmenleri bir şeyleri değiştirebileceklerine ikna etmekte zorlanmasının nedeni, finansörlere çok fazla güç devretmiş olmalarıdır…”[27]
Yani paranın egemenliğine teslim olmak bir yana; yürütücülerine dönüşmeleridir!
Kaldı ki Almanya’daki Sol Parti’nin Başkanı Oskar Lafontaine, eskiden liderliğini yaptığı Sosyal Demokrat Parti’nin on yıllık bir sürede seçmenlerinin ve üyelerinin hemen hemen yarısını neden yitirdiğinin acımasız analizini yapmak zorunda olduğunu belirterek, “Yanıt basit aslında: Bu parti, sosyal demokrat temel ilkelere veda etti,”[28] dediği koordinatlar “… ‘Light Sol’un iflası”ndan başka bir şey değildir ki; “Almanya’da Sosyal Demokrat Parti, İngiltere’de İşçi Partisi, Tony Blair ile Gerhard Schröder’in o ünlü ortak deklarasyonları ‘Üçüncü Yol’ ile partilerini ‘Light sol’ çizgiye çektiler,”[29] ve sonuç ortadadır!
Bugün “yeni sol” diyenlerin ufku da söz konusu sonuçtan bağışık değildir; belki de bu bile olamayacaktır…
Özellikle “Kapitalist toplumlarda hayatlarının büyük kısmının kendi kontrolünün dışında olduğunu gören birey, güçsüzlük hissi olarak algıladığı özerklik eksikliğini telafi etmek için özel alana (aile ve tüketim) yoğunlaşıyor. Bu alandaki aşırı beklentilerin, hayal kırıklığına ve çaresizliğe yol açmasıyla, kısır döngü kendini yeniden üretiyor”ken;[30] “Light sol”un/ “Yeni sol”un; V. İ. Lenin’in, “Ezilen sınıflar için demokratik haklarını ‘kullanmayı’ imkânsız kılan koşullar kapitalizm altında istisna değildir; sistemin tipik öğeleridir,” diye betimlediği küresel siyasi gericilik koşullarında, yığınların sürdürülemez kapitalizmi aşabilmesi için önerebileceği hiç bir şey yoktur.
NEYİN “ÇATI”SI?
Sürdürülemez kapitalizmin aşılması temelinde demokratik geçiş taleplerin hayata geçirilmesi yani devrimci reelpolitikanın hayata geçirilmesi, nihayetinde ezilenlerin tarihsel bloğunun realizasyonuyla mümkündür…
“Geride kalmış” olsa da “Çatı” önerisi -farklı yorumlarıyla- böyle bir ihtiyaçla dillendirilmişti.
Veysi Sarısözen, “Bu parti [yani Çatı Partisi-y.n], parti ve örgütlerin partisiz ve örgütsüz sosyalistlerle, sosyal demokratlarla, demokrat Müslümanlarla, sol liberallerle ittifakı olmalı,” derken; Mahir Sayın da, “[Çatı Partisi’ni] değişik muhalefet güçlerini oligarşiye karşı bir araya getiren federal yapı” olarak tarif ediyordu.
Ancak, bu (liberal sol esinli) “gevşekliğe” itirazlar da yok değil.Aynı konuda -bu yazının kaleme alındığı günlerde bir komployla Silivri’ye kapatılan- Oğuzhan Kayserilioğlu da söz konusu soru(n)da şunları diyordu: “Komünistler açısından, ‘Çatı’ girişimi içindeki güçler, devrimci-demokratik bir sürecin doğal bileşenleridir. Yola ‘demokratik’ bir zeminde çıkılması, içinde sadece oligarşik-askerî politik rejime karşı mücadele etmek ve o rejimin arkasındaki tekelci sermaye ve kapitalist sistemin gölgelenmesi tehlikesini taşısa da, o tehlikenin varlığını hiç unutmamak kaydıyla, bir araya gelebilmek ve pratikte bir adım ileriye atabilmek şimdiki dağınıklıktan daha iyidir…
‘Ne yapıyoruz?’ sorusunun… cevabı olarak diyebiliriz ki, kavramın sahici tarihsel anlamıyla bir ‘Parti’ kurulmuyor. Yurtsever Kürt hareketiyle demokratlar ve komünistlerin ortaklaşma düzeyleri, henüz bir ‘Parti’de ortaklaşma derinliğine ve koşullarına sahip değil. ‘Parti’nin gereksindiği ‘derinliğe’ göre hayli ‘yüzeyde’ ortaklaşabiliyoruz, ‘tarihsel’ değil, ‘güncel’ hedeflerde birleşebiliyoruz, ‘devrimci’ değil ‘reformcu’ talepleri birlikte seslendiriyoruz…”[31]
ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş’ın, “Çatıya değil, sağlam bir temele ihtiyaç var”; Musa Uzun’un, “Temelsiz çatı olmaz,”[32] diyerek itiraz ettiği söz konusu meseleye ilişkin olarak Sungur Savran, “Çatı partisi değil, emek ve özgürlük cephesi,” notunu düşmekte ve EMEP Başkanı Levent Tüzel de, “Çatı kelimesi yerine demokratik blok ya da birlik vb. sıfatların kullanılması”ndan yana olduğunu ifade etmekteydi ki, haklıydı(lar).
Gerçekten de yapabileceğimiz şeyleri devrimci gibi yapmaya başlarsak, kendimizi bile hayretler içinde bırakacak sonuçlar almamız imkân dahilindeyken; atılması gereken ilk ve zorunlu adım kendimizi ve yakın çevremizi devrimci tarzda örgütlemektir…
DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE DEVRİMCİ REELPOLİTİKA
Tam da bunun için demokrasi mücadelesi ve Rosa Luxemburg’un, “Proleter reelpolitika, tüm kısmi uğraşlarının bütünselliğinde, içerisinde çalıştığı verili düzenin çerçevesinin ötesine gittiğinden, kendisini bilinçli olarak egemen olan ve değiştiren proletaryanın politikası hâline getirecek eylemin sadece ön aşaması olarak gördüğünden, aynı zamanda devrimcidir de,”[33] diye tanımladığı olgu (yani devrimci reelpolitika) üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Devrimci reelpolitika kavramı, toplumsal dönüşüm mücadelesinin bugünden ve gündelik yaşamın her alanını kapsayan aynı zamanda kendine güncel hedefler koyabilen bir politika olması gerekmektedir. Ancak bu yeterli değildir; çünkü bütün bu farklı mücadele alanları düzenin verili çerçevesini aşan radikal sosyalist bir tasarımla bütünleşmelidir.
Bunun için Antonio Gramsci’nin ifadesiyle hegemonik bağlamda “zor ve rıza”yı örgütlemek, toplumsallaştırmak gerekiyor.
Bunları yaparken de demokrasinin gerek özü gerekse tezahürleri itibarıyla sınıfsal bir illiyeti bulunduğu, bu temelde belirlendiği, şekillendiği ve geliştiği (liberallerin yaptığı gibi) unutulmamalıdır...
Yani demokrasi, tarihsel biçimlenişinden, toplumsal, sınıfsal içeriğinden soyutlanmamalıdır…
“Devlet-toplum/sivil toplum”, “bürokratik elit-halk”, “merkez-çevre” çelişkisi bir kez temel çelişki olarak belirlendi mi radikal sosyalist solda olunamaz; çünkü radikal sosyalist solun kapitalizmde gördüğü temel çelişki, emek-sermaye çelişkisidir.
Bu noktada ‘Milli Görüş’ten türeyen Halkın Sesi Partisi’nin kurucuları arasında yer alan Türkiye Birleşik İşçi Partisi’nin eski Genel Başkanı Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan’ın[34] tutumu; kestirme çözümlerin ve çıkış yollarının kuşkusuz popüler ve kitlesel bir gücün peşine takılma eyyamcılığından başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor.
Sosyalist hareketin uluslararası tarihi bu tür yönelişler ve traji-komik sonuç(suzluk)larıyla doludur.
Hâl böyleyken, yani “Sol liberalizm ve ulusalcılık gibi ezilenlerin toplumsal mücadelelerini ve sosyalist hareketin örgütlü yapısını egemenler arasındaki kamplaşmalara yedeklenmeye dönük akımlarla mücadele, karmaşık bir görevler bütün”ken;[35] hiç tereddüt etmeden; “gerçekçilik” ve “zorunluluk” adına başka bir şey olmamak için kendimiz, yani radikal sosyalistler olmak zorundayız.
O hâlde şimdi Thomas Fuller’in, “İsyan için yüzlerce kılıç gereklidir, ihanet için tek bir hançer yeterlidir”; Joseph Conrad’ın, “İnsan yalnızca kendi vicdanına ihanet edebilir,” uyarılarını unutmayıp; akıntıya karşı yüzmenin; en gerçekçi tek yol olduğundan şüphe duymamalıyız.
21 Kasım 2010 20:21:37
N O T L A R
[*] Esmer, No:67, Aralık 2010…
[1] Thomas Fuller.
[2] Marguerite Yourcenar, Açık Gözler, Çev: Ayten Er, Doruk Yay., 2008.
[3] Yıldız Silier, Oburluk Çağı, Yordam Kitap, 2010, s.69-61.
[4] Jean Dubuffet, Boğucu Kültür, çev: İsmet Birkan, Dost Yay., 2005, s.13.
[5] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s. 358-359-358-359-324-309-316-310-312-310-321.
[6] Ömer Laçiner, “Yeni Bir Dönemin Eşiğinde”, Birikim, No:258, Ekim 2010, s. 3-5.
[7] Ömer Laçiner, “Sosyalizm Nedir, Ne Olmalıdır?”, Birikim, No:259, Kasım 2010, s.12.
[8] Ahmet İnsel, “… ‘Günümüzde Demokrasi, Komünizmdir’ veya Tam Tersi”, Birikim, No:259, Kasım 2010, s.19.
[9] Ahmet İnsel, “Komünist Deneyimi Sorgulamak”, Radikal İki, 31 Ekim 2010, s.6.
[10] George Monbiot, “… ‘Aydınlanma Modeli’ Güncellenmeli”, The Guardian, 11 Ekim 2010.
[11] Yalçın Ergündoğan, “Solda Yaşanan En Hayırlı Ayrışma...”, Marksist.org, 10 Eylül 2010.
[12] “Ömer Laçiner ile Sol Üzerine”, Marksist.org, 21 Ekim 2010.
[13] Foti Benlisoy, “Normalleşme, Sol Liberalizm ve ‘Devrimci Kötümserlik’…”, Yeni Yol, No:39, Güz 2010, s.17.
[14] Bülent Forta, “Şu Değişim Dedikleri”, Birgün, 3 Ekim 2010, s.3.
Doğan Tarkan, “Gelecek Bizim Siyasetimiz ve AKP Arasındaki Mücadele ile Şekillenecek”, Sesonline, 28 Ekim 2010, http://www.sesonline.net/php/genel_sayfa.php?KartNo=55493
[16] W. Goethe, yage, s.221.
[17] Uraz Aydın, “Kurumsallaşan Liberal Sol ve Sosyalist Mücadele”, Yeni Yol, No:39, Güz 2010, s.7.
[18] İsmet Akça, yagk, s.11-15.
[19] Hüseyin Çakır, “… ‘Çağdaş Yeni Bir Sola’ Doğru”, Küyerel, 1 Kasım 2009
[20] Ahmet İnsel, “Solun Rehberi Eşitliktir”, Radikal İki, 14 Şubat 2010, s.1-4.
[21] Ahmet İnsel, “Solun İlkeli Beraberliği”, Radikal İki, 10 Ocak 2010, s.1-4.
[22] Ahmet İnsel, “Değişim Soldan Başlamalı”, Radikal İki, 17 Ocak 2010, s.5.
[23] Ahmet İnsel, “Solda Yeni Sayfa Olur mu?”, Radikal İki, 13 Aralık 2009, s.4.
[24] Ahmet İnsel, “Solu Sinizmden Kurtarmak”, Radikal İki, 7 Şubat 2010, s.4.
Zeynep Gürcanlı, “Solda Yeni Hareket”, http://www.hurriyet.com.tr/gundem/11935030.asp?gid=229
[26] Steven Erlanger, “Sosyalistler Krizde Bile Kaybediyor”, The New York Times, 28 Eylül 2009.
[27] “Stockholm Sendromu Sosyal Demokratları Esir Aldı”, The Guardian, 21 Eylül 2010.
[28] “SPD Kendi Kendini Küçültüyor”, Frankfurter Rundschau, 1 Eylül 2009.
[29] Erdal Şafak, “Solun Perişanlığı”, Sabah, 29 Eylül 2009, s.5.
[30] Yıldız Silier, yage, s.170.
[31] Oğuzhan Kayserilioğlu, “… ‘Çatı’ Nedir? Ne Değildir?”, Toplumsal Özgürlük, No:27, Şubat 2009, s.8-9.
[32] Musa Uzun, “Emperyalizmin Krizi ve Türkiye İşçi Sınıfı İçin Birleşik İşçi Cephesi”, Sosyalizm, No:40, Nisan 2009, s.40.
[33] Rosa Luxemburg Vakfı-Devrimci Reelpolitika-‘Dördü Birden’ Perspektifi-Frigga HAUG, çev: Murat Çakır.
[34] Bu noktada Kılıçaslan’ın, “Bu parti daha çok Latin Amerika’daki sol modelleri kendisine örnek olacak alacaktır. Brezilya’daki “Topraksız kır işçileri hareketi” gibi modelleri inceleyip örnek almalıyız…” (Burak Kara, “HAS Parti’nin CHE’si (Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan ile Röportaj)”, Vatan Gazetesi, 1 Kasım 2010.) demesi, tam da bu çelişkiye sırt dönen bir açmazdır! Geçerken anımsatalım; bunları söyleyen Kılıçarslan, Latin Amerika’da Kurtuluş Teolojisi’ne bağlı rahiplerin gerillaların yanında elde silah, dağa çıktığını; devrimcilerin yanında yer alarak cuntalara karşı direndiğini, bu nedenle de katliamlara maruz kaldığını; kilisenin şatafatını terk edip yazgılarını yoksullarınkiyle birleştirdiğini; emekçilerin örgütlenmesi için canla başla çalıştığını; kadınların özgürleşmesinden yana tutum aldıklarını… unutuyor herhalde! Eğer bu ülkede böyle bir “(Sünni-) Müslüman Sol” varsa, neden yan yana durmayalım ki? Ama Sıvas’ta yakılanların kokusu hâlâ burunlarımızdayken –birkaç saygıdeğer istisna dışında- bir özeleştiri teşebbüsünde dahi bulunmayanlarla “ittifak”? Hayır; sosyalistler kendilerine tokat atanlara öbür yanaklarını çeviren mazoşistler değillerdir!
[35] Foti Benlisoy, “Sosyalist Hareketin Bağımsızlığı ya da Yanlış Bayraklar Altında…”, Yeni Yol, No:39, Güz 2010, s.59.
|
Yorumlar