“Zindanlar ‘Hukuk’un taşlarından yapılmıştır, Kerhanelerse Din’in tuğlalarından.” [1] Paul Kelly’nin, “Daha çok cezaevi inşa ede...
“Zindanlar ‘Hukuk’un taşlarından yapılmıştır,Kerhanelerse Din’in tuğlalarından.”[1]
Paul Kelly’nin, “Daha çok cezaevi inşa ederek ‘suç’la mücadele etmek, daha çok mezarlık inşa ederek kanserle mücadele etmeye benzer,” uyarısı kavrayamayan sürdürülemez kapitalizmin irrasyonelliğinin en olgun örneklerinden birisi Türk(iye) burjuvalarının paranoyak icraatlarıdır.
Altı özenle çizilmesi gereken icraatlar; ceberrutluk, despotizm yanında totalitarizm ile damgalanır. Kim ne derse desin, bu bir burjuva örgütlenmesi ve tarz-ı siyaseti (yani raison d’etat/ hikmet-i hükümet)dir; bu bir “tesadüf” değil, tercihtir. Burjuvazinin (c)ezaevleri, mahpushaneleri de bu zorbalığın aygıtlarıdır.
“X. Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecride Karşı Mücadele Sempozyumu”nun V. oturumunun moderatörü olarak bunun altını özenle ve bir kez daha çizmek istiyorum…
Bu işin bir yanı; ötekine gelince: O da, mahpusluk zanaatına yabancı olmayan A. Kadir Meriçboyu’nun, “Sizi düşünüyorum hapishanedekiler/ Biliyorum, düşünmek yetmez/ Ama düşünüyorum gene de/
Yaralarınız geçti mi?/ Kaburgalarınızdaki sızılar;/ Tabanlarınızdaki şişler;/ Sırtlarınızdaki çürükler;/ Hayalarınızdaki ağrılar?/
Sizi düşünüyorum hapishanedekiler/ Ne yer, ne içersiniz?/ Cıgaranız var mı?/ Kaçınız sağlıklı, kaçınız hasta?/ Yakınlarınız geliyorlar mı?/ Unutulanlarınız var mı içinizde?/ Umutsuzluğa düşenleriniz var mı?” dizelerindeki hassasiyet ile sorumluluğun yaşanması gereken bir kesitte, ortalığı sarıp sarmalayan kayıtsızlıktır!
Yani Işık Kutlu, “Bu topraklarda insanlar, acıların ortaklaşmasından yavaş yavaş kopuyor mu? Yalnız acı kendini vurduğunda mı anımsatıyor acıtan gerçekleri? Ya meydanlar, ya meydanları dolduran renkler niye ses vermiyor içeride yatanlar adına da? İçeride yatanların mücadelesi dışarıdakiler daha özgür olsun diye değil mi?”[2] diye betimlediği durumdur!
Hem de İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan’ın, cezaevlerindeki 118 bin 929 kişiden 60 bin 598’inin tutuklu olduğunu belirterek, yalnızca 2009 yılında cezaevlerinde 24 kişinin yaşamını yitirdiğini ve cezaevlerinde bulunan 49 kişinin de ağır hasta oldukları hâlde salıverilmediklerinin altını çizerek, “Cezaevlerinde işkence ve kötü muamele ile sağlık, beslenme ve barınma hakkı ihlâllerinde artış yaşanıyor,” dediği koşullarda…
Ya da Türkiye’deki lanetli egemenliğin keyfi zorbalığının kural tanımadan tırmandığı; AİHM’de bekleyen dosyaların yüzde 11.4’ünün, “Türkiye’de hakları gasp edilenlerin” yaptığı başvurulardan oluştuğu; Başbakanlık İnsan Hakları Daire Başkanlı’ğına 2010 yılı Ocak-Haziran verilerine göre 6 ayda 3 bin 475 insan hakları ihlâli başvurusunun yapıldığı ve 2009’un aynı dönemindeki başvuru sayısı bin 46 iken, bir yılda yüzde 232 artış kaydedildiği; TİHV raporuna göre, Türkiye’de polis şiddeti sonucu 2007’den 2010’a kadar 255 kişinin yaşamını yitirdiği bir çılgınlık, kudurmuşluktur sözünü ettiğim…
Varın bunun tutsakların bedenleriyle baş başa bırakıldığı (c)ezaevleri, mahpushanelere misliyle nasıl yansıdığını siz tahayyül edin!
Ben sadece bir örnek vereyim: 5 yaşındaki çocuğun (Öykü Bebenin) mahkûmlara gönderdiği balonlar, Adalet Bakanlığı’nı karıştırdı: Balonlara izin veren cezaevi yetkilileri uyarılırken Adalet Bakanı “Hukuk devletiyle bağdaşmaz” dedi… Bazı cezaevi yönetimleri balonları “tehlikeli ve sakıncalı”, bazıları da “mevzuata aykırı” olduğu gerekçesiyle teslim etmedi…
Burası Türk(iye) (c)ezaevleri, mahpushaneleri, zindanlarıdır!
Kardeşleri oralarda olan, oralara aşina olan biri olarak, ben de bu konuda kimi noktalara dikkat çekmek istiyorum.
MAHPUSHANELERE DAİR
Michel Foucault, ‘Hapishanenin Doğuşu’nda, Avrupa’da modern cezaevlerinin yararcı İngiliz filozof Jeremy Bentham’ın “Panopticon” tasarımından nasıl geliştiğini anlatır.
Batı dünyasında Aydınlanma yıllarına dek uzanan Enkizisyon yöntemleri, “ibretlik” cezalandırma (halkın önünde idam, yakma, işkence…) “Panopticon” tasarımıyla birlikte “suçlu”yu tecrit etmeye yönelik ve mahkûmların yalnızca görevliler tarafından gözlendiği profesyonel bir “ceza infaz sistemi”ne bırakır yerini. Hedef artık mahkûmun bedenine acı vermek değil, onun ruhunu teslim almak, onu kişiliksizleştirerek edilginleştirmektir.
Modern ceza ve infaz sisteminin bir diğer özelliği, Ortaçağ’ın işkencecisinin yerini artık kocaman bir teknisyenler ordusunun almasıdır. Psikologlar, hekimler, din adamları, eğitmenler, bakanlık görevlileri, gardiyanlar ve bir sürü başka insan cezalandırma sürecinin parçasıdırlar. Cezanın artık ekonomisi, sosyolojisi, psikolojisi, antropolojisi, mimarisi, vb vardır. Bu teknisyenler ordusu arasındaki işbölümü öylesine rafine bir hâl almıştır ki, sonuçta kimse yargılama hakkını gerçekten paylaşıyormuş gibi hissetmez kendini. Hâlbuki tam tersine, cezalandırma artık kolektif bir eylem hâline gelmiştir. Türk(iye) (c)ezaevleri ise Ortaçağ Enkizisyonu ile “modern” Panapticon’un tuhaf bir karışımını sergiler!
Mesela 1980-2000 kesitindeki yirmi yılda, Türk(iye) hapishanelerinde çeşitli biçimlerde toplam 277 tutuklu ve hükümlü katledilmiştir. 1995’ten itibaren bu açık bir katliamcılığa dönüştürülmüştür: 1995, 1996 ve 1999’da Buca, Ümraniye ve Ulucanlar hapishanelerinde tutuklulara yönelik operasyonlarda 17 tutuklu katledildi. 19 Aralık 2000’de 20 hapishaneye birden düzenlenen saldırıda 28 tutuklu katledildi. Yüzlerce tutuklu ağır yaralandı…
Geçerken konuya ilişkin bir hatırlatma: F-Tipi’nin Türkiye’ye “modern”, “AB standardında”, “beş yıldızlı otel gibi” reklamlarıyloa giriş yaptığı, hatırlarda. “AB standardında” olduğu yalan da değil; Bentham’ın “Panopticon”undan mülhem, devasa bir gözetim/denetim aygıtı olduğu da!
Devam edersek: Samuel Johnson’un, “Cezanın gücü susturmaya yeter, o düşünceyi çürütmeye değil”; Jeremy Bentham’ın, “Cezanın her türlüsü zararlıdır; cezanın kendisi kötülüktür”; Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin, “Cezalandırma dürtüsü güçlü olanlara hiç güvenmeyin”; George Bernard Shaw’un, “Hapishaneler olduğu sürece, hücrelerde hangimizin kaldığı pek önemli değil,” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan “cezalandırma” tümüyle sınıfsal bir edimi iken; biçimlendirdiği “hak(sızlık)” ve “hukuk(suzluk)” da yine bir (egemen) sınıfın enstrümanıdır…
Bu kaydı asla göz ardı etmeden; rakamların diline müracaat edelim…
Türkiye’de özellikle AKP iktidarı döneminde hem tutuklu hem mahkûm sayısındaki artış çok dikkat çekicidir. 2005’te 56 bini ancak bulan tutuklu ve mahkûm sayısı 2006’da 70 bini, 2007’de 91 bini, 2008’de 103 bini aştıktan sonra 2009’da 116 binin üstünde kapamıştır. 2010’un ilk 9 ayı sonunda ise 120 bini geçmiştir. 2000-2005 döneminde ancak yüzde 10 olan tutuklu ve mahkûm sayısındaki artış, 2006-2010 döneminde yüzde 70’in üstündedir. Bu artış çok çarpıcıdır!
“Demokratik” ülkelerde dört duvar arasındakilerden tutukluların oranı yüzde 30’u aşmazken bizde 12 Eylül darbe yılında bu oran yüzde 55’i geçmiş, 1990’da yüzde 33’e inse de sonraki yıllarda tekrar yüzde 50’leri aşmıştır.
Burjuva egemenliği için tutuklama fiilî bir cezaya, hatta “muhalifleri bastırma, sindirme aracı”na dönüşürken, cezaevlerindeki “darp, işkence ve kötü muamele” de, dur-durak bilmeden artıyor, çoğalıyor.
Bu alanda Tekirdağ Cezaevi, 1980’ler Diyarbakır rekoruna doğru hızlı adımlarla ilerliyorken; sürekli hak ihlâlleri, sağlık sorunları ve ölümlerle gündeme gelen cezaevlerinde sorunlar bir türlü çözülmüyor. İHD raporlarına göre, cezaevlerinde 39 kişinin yaşamını yitirdiği, değişik kategorilerde toplam 3 bin 519 ihlâl başvurusunun yapıldığını kaydedildi. Raporda 2008 yılında 333 kişi işkence ve kötü muameleye ve 462 kişi ise sağlık hakkı ihlâline maruz kalırken, 64 kişi beslenme, ısınma ve fiziki hak ihlâline, 1602 kişi disiplin soruşturmalarına maruz kaldı.
TTB Kanser Danışma Kurulu Başkanı Dr. Ali Çerkezoğlu, 2002 yılında 59 bin olan mahkûm sayısının 118 bini geçtiğini belirterek, “Bu artış, mahkûmların çok ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalmasına neden oluyor” uyarısında bulundu. Çerkezoğlu, cezaevlerinde 41 mahkûmun kanser gibi hastalıklarla savaşıp ölümle pençeleştiğine dikkat çekerek, “Bu hastalara aileleriyle vedalaşmalarına izin verilmesi bir insan hakkı gereğidir” dedi.
Öte yandan Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nün 2010 Mayıs’ı itibarıyla açıkladığı rakamlara göre, cezaevlerinde tutuklu 1885, hükmen tutuklu 390 ve hükümlü 246 olmak üzere toplam 2 bin 521 çocuk bulunuyordu.
Evet Türkiye 23 Nisan 2010’u “hapisteki çocuklarının” gölgesinde kutlarken; cezaevlerindeki 2 bin 559 çocuktan 276’sı da “terör suçlaması”yla hapisteydi…
Konuya ilişkin olarak ‘Çocuklar İçin Adalet Girişimi’nin raporuna göre Diyarbakır’da 78 çocuk hakkında 240 yıldan 688 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı; 78 çocuk toplam 175 yıla mahkûm edildi. Adana’da TMK kapsamında 67 çocuk hakkında dava açıldı ve yapılan “çocukluk” indirimine rağmen toplam 290 yıl ceza verildi.
Evet “Hayata Dönüş” mantık(sızlığ)ından malûl Türk(iye) (c)ezaevleri, mahpushaneleri, zindanları böyle!
TOPLU KIYIMA ÖRNEK: “HAYATA DÖNÜŞ”
Anımsar mısınız bilmem? Türk(iye) (c)ezaevleri tarihinin en büyük, en kanlı baskını olan “Hayata Dönüş Operasyonu”nda 20 bin kimyasal bombanın kullanılmıştı.
Operasyonlarda 28 tutuklu ve hükümlü yaşamını yitirdi. 6 kadın diri diri yakılarak öldürüldü. Buna karşın dönemin Adalet Bakanı 28 insanın ölümüyle sonuçlanan “Operasyonun çok başarılı olduğunu söylemişti”.
Bu planlı bir saldırıydı, kırımdı, imhaydı: Ümraniye Cezaevi’ndeki “Hayata Dönüş Operasyonu” öncesinde, savcılarla Jandarma Bölge Komutanlığı’nda gizli toplantı yapıldığı, aydınlardan oluşan arabulucuların çalışmaları sürerken operasyona hazırlanıldığı ortaya çıktı!
Ayrıca farkında mısınız bilmem? 10 yıl sonra tamamlanabilen “Hayata Dönüş” iddianamesi, devlet görevlilerinin, 12 mahkûmun ölümü, 29’unun yaralanmasıyla ilgili davayı engellemek için gösterdiği çabayı gözler önüne sererken; jandarma yetkilileri operasyona katılanları yıllarca bildirmedi, valilik soruşturma izni vermedi.
Nihayet biliyor musunuz bilmem? 19 Aralık 2000 günü cezaevlerindeki ölüm oruçlarını sonlandırmak için 20 cezaevine eşzamanlı olarak düzenlenen “Hayata Dönüş Operasyonu”nun sorumlulardan hesap sorulmadı.
Harekâtta 28 kişinin yaşamını yitirmesi konusunda hiçbir kamu görevlisi ceza almazken tutuklu ve hükümlüler aleyhine açılan davalarda ceza yağdı. Bayrampaşa Cezaevi’nde 12 kişinin ölümüyle ilgili soruşturma hâlâ sürerken savcılık askerlerin kimlik bilgilerine ve adreslerine ulaşmaya “çalıştı” uzun yıllar!
Sonra, sonra da “Hayata Dönüş”teki askerlerin adını savcıya vermeyen jandarmanın altı yıl sonra biri ölmüş ve iki eski askerin adını ilettiği ortaya çıktı…
Bayrampaşa Cezaevi 19 Aralık 2000’de, “Hayata Dönüş” diye anılan harekâtın uygulandığı 20 cezaevinden birisiydi. Siyasi tutukluların kaldığı C Blok’a yönelik müdahalede 12 kişi öldü, 55 kişi yaralandı. C Blok’taki operasyondan merkezi Ankara’da bulunan Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığı (JKÖAK) sorumluydu. Savcılığın ısrarlı sorularına yanıt vermeyen jandarma altı yıl sonra konuştu. Dava dosyası incelendiğinde verilen iki isimden birinin “şehit”, diğerinin askerlikle ilişiği kesilmiş bir rütbeli olduğu ortaya çıktı…
Oysa… Oysa harekâta Elazığ Komando birliğinden katılan 332 kişinin isim listesi bilinmesine rağmen, bu kişiler yargılama kapsamına alınmadı. Operasyonda yaşamlarını yitirenlerin avukatlarından Oya Aslan, Ankara Özel Komando Birliği’ndeki komutanlardan Burhan Ergin ve aynı birlikte jandarma başçavuşlar Süleyman Bölükbaşı, Hidayet Yorgancı, teğmen Mustafa Arı, uzman çavuşlar Latif Sarsu, Ramazan Yıldız, Mustafa Aksoy ve Mustafa Katipoğlu’nun da operasyonda yer aldıklarını, ancak hiç birinin dava kapsamına alınmadığını söyledi.
Avukat Aslan, “Ankara Jandarma Komando Özel Asayiş Birliği mensubu bu kişiler operasyonun müdahale ekibinde yer almışlardır. Dosyada bulunan bilgilerin dikkate alınmaması, operasyonun tamamının sadece 39 ere yükletilmesi, bu erlerin sorumlusu olan tabur komutanlarına, birlik komutanlarına dava açılmaması, davanın göstermelik olarak açıldığının ve tarafsız bir yargılamanın gerekleşmeyeceğinin bugünden göstergesidir,” diye konuştu. İddianamede Elazığ Jandarma Komando Taburuna yer verilmemiş olmasına dikkat çeken Aslan, “İddianameye göre bu tabur operasyona katılmamıştır. Ancak buna karşın iddianamedeki sanıkların tamamı Elazığ Jandarma Komando Taburu askerleridir” dedi.
Ancak aldıran kim? Bu ne yaman bir “adalet” değil mi?!
Bu öyle bir sınıfsal adalet(sizlik)tir ki; ancak ve ancak Platon’un, “Her yerde bir tek adalet ilkesi vardır: Güçlünün çıkarı”; Anatole France’ın, “Adalet, yerleşmiş adaletsizlikleri onaylamaya yarar”; Clarence Darrow’un, “Adalet diye bir şey yoktur; mahkemede de, mahkeme dışında da”; Can Yücel’in, “Kanun çalacağız diye çıkıp orta yere Kanunu çaldılar yere,” sözleriyle betimlenebilirken; bize de ister istemez; Tacitus’un, “Devlet ne kadar yozlaşmışsa, o kadar çok kanun olur”; Christopher North’un, “Yasalar çiğnenmek için yapılmıştır,” uyarılarını anımsatır…
Evet mevcut hâliyle “hukuk”un kim(ler)in yararına işlediği belli! Bu nedenledir ki, nihayetinde Akif Cemil’in, “Cesaretin bittiği yerde esaret başlar,” uyarısının bilincinde olanların, “Nisan yağmuru, mayıs çiçeği getirir,” diyen Kanada Atasözü’ndeki umutlu kararlılığın direngenliğiyle yarattığı direniş çok önemlidir.
ZİNDAN GERÇEĞİ
Gündelik basına dahi yansıyan Türk(iye) zindan gerçeği deyip geçmeyin; sakın ola!
Örneğin ÇHD ‘Cezaevi İzleme Komisyonu’nun hazırladığı rapor, cezaevlerindeki keyfi uygulamaları gözler önüne serdi. Rapora göre, Edirne F Tipi Cezaevi’ndeki ceza infaz koruma memurları, yakınını ziyarete giden bir kadın görüşçüden pantolonunu çıkarıp kendilerinin verdiği eteği giymesini istedi.
Rapora göre Kandıra F Tipi Cezaevinde bulunan R. A, ziyaretçisine yan kabindeki başka bir tutukluya selam vermesi nedeniyle üç ay görüş yasağı aldığını anlattı.
Edirne F Tipi Cezaevi’nde M. Z. D isimli tutuklunun anlatımına göre, kadın görüşçüsüne, x ray cihazından geçerken sinyal öttü diye gardiyanlar tarafından etek verildi ve pantolonunun çıkarılması istendi. Ziyaretçilerin itiraz etmesi üzerine gözaltına alındığı ve görüşçülere görüş cezası verildiği kaydedildi.
Raporda şu bilgilere yer verildi: “Son olarak 21 Haziran 2010 tarihinde Tekirdağ 2 nolu F tipi hapishanesinde tutuklu bulunan Ferhat Tüzer, Kemal Avcı, A. Burak Eryıldırım isimli politik tutuklular, aynı koridorda bulunan başka bir hücredeki tutuklulara işkence/kötü muamele yapılmasını slogan atarak protesto ettikleri için hücrelerine giren pek çok ceza infaz koruma memurunun fiziksel saldırısına, işkence ve kötü muamele uygulamasına maruz kalmıştır. Bu durumun, tıbben tespiti ve tutuklananların işkence ve kötü muamele nedeniyle ortaya çıkan rahatsızlıklarının teşhisi ve tedavisinde de ciddi sorunlarla karşılaşılmıştır.”
Raporda, Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi’nde yapılan arama sırasında A-22 Nolu hücrede kalan Mümtaz Dağ’a ait kuru boya kalemlere “kantinde satılmadığı” gerekçesiyle el konulduğu belirtilirken, aynı cezaevinde kalan B. K. Y isimli tutuklunun gazeteden yaptığı kalemliklere hapishane ikinci müdürü sakıncalı bularak el konuldu. B. K. Y’nin “Ne tür bir sakınca var” sorusuna “İşlikler dışında üretmek yasak” yanıtı verildi…
Yine ÇHD İstanbul Şubesi, Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde yaşanan dayak ve işkence iddialarıyla ilgili raporunda Kemal Avcı isimli mahkûmun gardiyanlar tarafından bayıltılıncaya kadar feci şekilde dövüldüğünü ifade etti…
Bunlarla birlikte BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde Kayhan Kartal ve arkadaşlarına yönelik işkence iddiasını gündeme getirdi (4 Ekim 2010 günü, Kartal ve arkadaşlarının kaldığı odaya giren cezaevi görevlileri, mahkûmları çırılçıplak soyarak saatlerce bekletip, yaşananların da cezaevi dışına yansıtılmaması için tehditte de bulunmuştu)… Konuştuğu kürsüye elinde “cezaevinde işkence ihbarı” mektubuyla çıkan Demirtaş, “Ortada Evren darbesi yok. Erdoğan döneminde, 12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlar birçok cezaevinde yaşanıyor” dedi…
Yine Tekirdağ 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde, odalarında işkence karşıtı slogan atan üç tutuklu, gardiyanlar tarafından feci şekilde dövüldü. Yetmedi konuldukları süngerli odadaki süngerleri yırttıkları gerekçesiyle “kurum malına zarar” vermek suçlamasıyla 80 güne kadar hücre cezası verildi…
Yine, yine… Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan Ferhat Tüzer, Kemal Avcı ve Ahmet Burak Eryıldırım işkenceye uğradı... Cezaevinde 21 Haziran 2010’da koğuşta bulunan bazı tutuklulara işkence uygulanması üzerine, koğuş kapısına giden Avcı kapıyı çaldı. Bunun üzerine kapıyı açan görevli ve yaklaşık 30 infaz koruma memuru Avcı’yı darp etmeye başladı. Avcı’yı kurtarmaya çalışan Tüzer ve Eryıldırım da işkenceye maruz kaldı. 3 tutuklu uzun bir süre darp edildikten sonra Avcı bayıldı. Başlarında şişlik, sırt, omuz, ayak ve kollarında morluklar bulunan 3 tutuklu revire götürülmeleri gerekirken, iki saat daha ayrı bir odada tutuldu…
Ayrıca izinsiz gösterilere katıldıkları iddiasıyla tutuklu oldukları Pozantı Çocuk Tutukevinden Ceyhan M Tipi Cezaevi’ne nakledilen yedi çocuk, koğuş değiştirmeye itiraz ettikleri için 30-40 gardiyan tarafından coplarla dövüldü…
Öte yandan çocuk ve genç tutukluların açlık grevi yaptığı Maltepe Cezaevi’nden gelen haberler Adana ve Diyarbakır’daki uygulamaları aratmıyor. İddialar şöyle: Çocuklar cezaevine girişte dövülüyor, çırılçıplak aranıyor, “Siz teröristsiniz” deniyor, sosyal alanlara çıkarılmıyor, revire gönderilmiyorlar. “Çatıya kaçan topu almaya çalışmak” bile disiplinlik suç sayılıyor…
Amasya E Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan Çetin Dalga, cezaevi yönetiminden gördüğü işkencelere ve baskılara dayanamayarak 2 Ekim 2009 tarihinde bulunduğu hücrede kendini yaktı… Vücudunda ikinci ve üçüncü derecede yanıklar bulunması nedeniyle hiçbir ihtiyacını gideremeyen ve Samsun Devlet Hastanesi Yanık Ünitesi’nde tedavi altına alınan Çetin Dalga’nın ağabeyi Metin Dalga, “Kardeşimi bilerek intihara sürüklediler,” dedi…
Buca’da Kırıklar F tipi Cezaevi’ndeki mahkûm Mehmet Kılınç beyin kanaması nedeniyle kaldırıldığı hastanede öldü. Cezaevi idaresi “intihar” açıklaması yaparken ailesi Kılınç’ın gardiyanlarca öldürüldüğünü söylüyor…
Denizli D Tipi Cezaevi’ndeki bir mahkûmun ailesi çocuklarının bir doktor ve gardiyanın ağır işkencesine maruz kaldığını belirterek suç duyurusunda bulundu…
Nihayet! Cezaevi Savcısı Altan Ünlü, Muğla Devlet Hastanesi’ne muayeneye getirilen hükümlü Erkan Kaya’yı jandarma ve infaz koruma memurlarının önünde muayene etmeyen Dr. Naki Bulut’a “devleti 19 lira 20 kuruş zarara uğratmak”tan soruşturma açıldı…
Nihayet! Çeşitli cezaevlerinde 21 tutuklu ve hükümlünün ölümcül hastalıklarla mücadele ediyor… Evet, parmaklıklar ardında ölümle savaşan pek çok insan var. Örneğin, 30 yaşındaki Metin Kara onlardan biri. Babası her gün hastanenin mahkûm koğuşunda bakımını yapıyor, bebek mamasıyla besliyor. Bir yıl önce hastalığı nedeniyle tahliye edilen Metin Kara üç ay önce kesinleşen bir hapis cezası nedeniyle tekrar cezaevine konuldu. Bu kez Adli Tıp Kurumu “Cezaevinde tedavi görebilir” raporu verdiği için Dicle Üniversitesi Hastanesi mahkûm koğuşunda tutuluyor. Baba Ahmet Kara “Birkaç günlük ömrü kalmış, bari evinde ölsün,” diyor…
ONLAR DİYORLAR Kİ
Burada bir parantez açmam gerek; sakın ama sakın ola ki Onların bu zulmün karşısında “Ah, Vah” ettiğini zannetmeyin; Onlar hepimize öğreten bir cüretle direniyorlar, baş emiyorlar…
Onlar Erhan Bener’in “Büyük mutluluklar, büyük acıların yanı başındadır”; Özdemir İnce’nin, “Mutlak olan bir şey var dünyada, acı varsa katmerli güller de var”; Hilmi Yavuz’un, “Acılar kaldıysa dünden bugüne, elbet sorulacak bir hesap vardır,” sözlerindeki kararlıkla karanlığa meydan okuyarak geleceğin yolunu açıyorlar…
Avluda çok volta atmış, yaşadıklarına aşina eski bir mahpusçu, “görülmüştür” damgalı mektupların ne olduğunu bilen biri olarak Onlarla yazışırım…
Şöyle der zindandaki 17. yılında 30 yıla mahkûm kardeşim K. B., Bolu F Tipi’den:
“Günüm daha çok okuyarak geçiyor. Zaten üç kişilik hücrede birlikte kaldığımız arkadaşlarla ilk bir-iki ay konuşulacak konular oluyor, ondan sonrası tekrarlara dönüşüyor. Bu yılları bulduğunda kimin ne zaman ne söyleyeceğini, ne zaman ne yapacağını ezberliyoruz. Ki bu durum okuduğumuz çoğu kitap için de geçerli. TV’ye de günde yarım saat haberlere bakmak yetiyor. Onun dışında bir sinema filmi varsa, bazen de dizilere bakıyoruz. En çok radyo dinliyoruz. Müzik iyi geliyor. Ama o da çok sınırlı. Buralarda öyle Türkçe-Kürtçe yayın yapan demokrat radyolar yok. Olanlar da hep kendini tekrarlıyor ve popüler müzikten başka bir şey yok. Biraz TRT 3’de yabancı müzikler dinlemek iyi oluyor.
Üç kişilik bir dünya bir yanda, diğer yanda yaşamın kendisi… Üç kişiyle o yaşamı, günleri, ayları, yılları doldurabileceğimizin en sıkı şekilde doldurmaya çalışıyoruz. Hücreler dubleks, yaklaşık 4x4 metre boyutunda üst kat yatakhane, alt kat da mutfak tezgâhı, banyo ve oturma salonu hepsi bir arada. Havalandırma 8x4 boyutlarında. Haftada bir (ayda üç defa) üç hücrede kalan arkadaşlar görece daha büyük salonlarda (açık görüş mekânlarında) bir araya geliyor veya spor salonunda aynı üç hücredeki arkadaşlarla çıkıyoruz. Bu üç hücrelik grup ayda, bazen de iki ayda bir değiştiriliyor. (…)
Bu kadar içeri tanıtımından sonra biraz da hücrenin üç üyesini tanıtayım:
F. K.: Amed’li. Beş yıldır içeride, yaklaşık dört yılı kalmış. Yani bizim için hem en yenimiz hem de en erken çıkacak komünist arkadaşımız...
U. F. S.: Erzurumlu. 17’ci yılının içinde… 30 yılı dolduracak...
Ben de 17. yılın son aylarındayım ve 30 yılı dolduracağım…”
Sonra Adıyaman/ Midyat M-Tipi’nden G. A., “Özgür olan her şeye gıpta ile bakar oldum. Umutlarımızı soğutmuyor, azaltmıyoruz elbet ama yine de bir müebbetlik için özgürlük çok uzak diyarlar demek oluyor, ütopya hatta. Her şey, tüm hayat, sıcak vakitler, güzel olan ne varsa o uzak diyar dediğim özgürlükte saklı,” diye ekliyor…
Muş E-Tipi’nden S. O. da ekliyor: “… Aslında bugünlerde çok üzgünüz. Yıllardır cezaevlerinde sağlıkla ilgili sorunları siz de biliyorsunuz. Hâlen de birçok cezaevi olmak üzere burada da ciddi ve ölümcül hastalıklarla pençeleşen birçok arkadaşımız mevcut. En son işte 19 Ekim 2010’da yaklaşık 15 yıldır cezaevinde olan arkadaşımız R. G. geçirdiği kalp krizi sonrası hayata veda etti. Anlatılamayacak derece üzgün ve kederliyiz. Elbette anısı yaşamımıza direngenlik katarak yaşayacak, ne var ki insan yanıbaşında yaşanan ölümlerden daha bir derinden etkileniyor. (…) Buralarda doğru düzgün bir doktor bile bulunmuyor. Teşhis ve tanılar konusunda yaşananlar ise anlatılamayacak derecede garip ve tuhaf. (…) Görüyorsunuz, sizle de basından biliyorsunuz, ölümcül hastalığı olan arkadaşlarımız bile olmadık sebeplerden bırakılmıyor. Ömrünün son günlerini sevdikleriyle bile geçirmelerine izin verilmiyor. Bu kadar acımasızlığa tarih çok az tanıklık etmiştir. 12 Eylül zulmünün izlerinden bahsedenler onun makyajlanmış hâlini sürdürüyorlar. Söylenecek çok söz var. Belki de sözün anlamsızlaştığı yerde, noktadayız…”
Ardından da Tekirdağ 1 No’lu F Tipi’ndeki G. O. suratım(ız)a çarparcasına; “Bizden çoktandır haber almasanız da hâlâ, BURADAYIZ. Ve 1 aydır akıllara ziyan cezalarla uğraşıyoruz. Ağırlaştırılmış müebbetliklerin havalandırma sürelerinin yetersizliği ve üzerlerindeki ağır tecritin giderilmesi için, ‘sadece biraz daha hava’ isteyen canlarımız için kapı dövme eylemi yapıyoruz. Mantık belli burada hak aranamaz, sadece disiplin cezaları verilir. Şu an ağırlaştırılmış canlarımızın çoğu yıllara varan iletişim ve ziyaret cezası ile karşı karşıya. Burada durumlar böyle…” haberini verir…
Oralardaki yani zindanlardaki “duruma” ilişkin olarak Edirne1 No’lu F Tipi’nden B. N.’ın naklettiklerine göz atalım bir de:
“Birkaç mektup ve faksımın kimvurduya gittiği Adana dolaylarında ‘hak talepli’ bir mücadele yürütmüştüm geçtiğimiz yıl. PTT genel müdürlüğünden Edirne savcılıklarına kadar süren bu uğraş en son Adana Cumhuriyet Savcılığı ve Tarsus Ağır Ceza mahkemelerinde nihayetlendi. Her şey belgeli olduğu hâlde görevlilere ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ posta-mahkeme ve diğer masrafların da tarafımdan ödenmesine karar verildi. İşte tipik bir adalet tecellisi pratiği…
Gerçi tek kuruş ödemişliğim yok ama kıyıda köşede bekleyen minik minik borçların çetelesini tutuyordur birileri. Çünkü itiraz ettiğimiz kararların gidiş gelişine dair bir masraf kalemi çıkarıyor, ardından da ‘ödeme emri’ gönderiyorlar. ‘Sen misin ‘yüce’ Türk adaletini meşgul eden’ dercesine! Hani eğer ilaç niyetine bile olsa, tek bir sefer mahkemeler taleplerimizi kabul etse, masrafları idareye ödetirler sanırım. Ama böylesi tek bir emsal yok bu civarda… Geçtiğimiz yıl, infaz hâkimliklerinin bir nevi idare noteri olduklarını göstermek amacıyla, hapishane idaresinin aldığı ‘alıkoyma kararının reddi için’ değil de bu kez ‘onaylanması’, ‘kabul edilmesi’ talebiyle dilekçe yazım. Ona da red geldi. Okumuyorlar çünkü… Hazır bir şablon kararları var. Numaraları değiştirip yolluyorlar. Sözler standart. İmla hataları bile!”
Böylesi bir zulüm karşısında sanki dışarıdakilere moral vermek isteyen bir güçlülükle “Bizler iyiyiz... Günde 1 saat havalandırmaya çıkan ve tecrit rejiminin en vahşi, uygulamasına tabi olan ağırlaştırılmış müebbet arkadaşlarımızın buna itiraz ettiği için bir de ömür boyu disiplin cezasına çarptırılması söz konusu. Burada gündemimiz arkadaşlarımızın bu yaşam koşullarında asgari bir iyileşme sağlamak. Ama her demokratik tepki gibi bizim tepkimiz de yeni yaptırımlar getiriyor,” der Tekirdağ 1 No’lu F-Tipi’nden U., T. K., F. O. A. ve eklerler:
“F tiplerinde ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü tutsaklar tek kişilik hücrede:
- Günde 1 saat havalandırmaya çıkıyor.
- Yan hücresinde kalan diğer tutsaklarla beraber havalandırmaya çıkmasına izin verilmiyor.
- Kaldıkları hücrenin camı tam açılmadığı için yeterli hava almıyor.
- Haftada bir gün temizlik, hücrenin havalandırması vs. için kapılarının tam gün açık bırakılması talebi karşılanmıyor.
İdam kaldırıldı ama ağırlaştırılmış müebbetlik tutsaklar ömür boyu çok daha ağır koşullarda yaşamaya mahkûm edilmiş durumdalar.
Ağırlaştırılmış müebbetliklerin havalandırma sürelerinin uzatılması ve insanî yaşam standarlarının sağlanması için gerekli duyarlılığın gösterileceğine inanıyoruz…”
Onların da Tek-el işçiler gibi, Kürtler gibi, öteki(leştirilen)ler gibi dayanışmaya ihtiyaçları var; ve onlar biz(ler)den sadece bunu istiyorlar ki, bu istekleri de analarının ak sütü gibi helaldir…
SURATI KIZARMAYAN İKİYÜZLÜLÜK
Düşünce ve ifade özgürlüğünden yaşam hakkımıza dek her şeyin egemenliğin tasallutu, tehdidine maruz bırakıldığı, kaldığı vahşet kesinde, zalimlerin ikiyüzlü suratı asla kızarmamaktadır…
Diyarbakır 5. Nolu zindanı, Mamak, Metris ve ötekiler geçmişte kalmadı; yok böyle bir şey! Gül yüzlü Güler Zere’yi anımsayın, bir de Engin Çeber’i! Bunlar, anlatmak istediğim her şeyi açıklar, anlatır…
Örneğin Metris Cezaevi’nde işkencede öldürülen Engin Çeber davasının 22 Şubat 2010 tarihli celsesinde Metris Cezaevi İnfaz Koruma Başmemuru Nihat Kızılkaya’nın avukatı Recep Onaran, “Mahkûmların iddia ettiği gibi müvekkilim Engin Çeber’e iki tokat atmış olsa bile bu işkenceye girmez. Bir avuç içiyle tokat vurmak ölüme neden olamaz” derken; Adalet Bakanlığı da, Engin Çeber’in işkenceyle ölümüyle ilgili davada müebbet hapis cezası istemiyle yargılanan cezaevi müdürü için “kınama” cezasıyla yetindi.
Ayrıca işkence nedeniyle ölen Engin Çeber’in cezaevi kameralarınca kaydedilen son görüntülerini inceleyen bilirkişi “tehdit ve korkutma yok” dedi…
Nihayet Engin Çeber’in işkence sonucu ölümü nedeniyle ailesinden özür dileyen devlet, şimdi aynı aileye “terörist” dedi!
Bunlar böyleyken yine T.“C”; 7 Ağustos 2010 günü cuma namazı çıkışı trafik polisiyle tartıştığı için gözaltına alınıp, netleşmeyen gerekçelerle adli karar alınmaksızın hapishaneye yollanması ardından 8 Ağustos günü polisin, “Oğlunuz yemek yerken boğuldu. Cesedini bir an önce alın” dediği 31 yaşındaki Tekin Mikail’in ölümü için Belçika’ya nota verip, konunun aydınlatılmasını, suçluların cezalandırılmasını istiyor.
Bunda mahzur yok ama; hiç aynaya bakmaz mı Onlar?
Örneğin Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in, Sincan F Tipi Cezaevi’ne nakli sırasında çıplak aramaya karşı direnirken kolu kırılan Lokman Laçin’in, tüzükte çıplak aramanın yer aldığını söyleyerek, kendisine hiç bir darp ve cebir uygulanmadığını söylerken…
Ne kadar aydınlatıcı bir “adalet”, değil mi?
“SONUÇ YERİNE”: BİR KAÇ KELAM
Diyeceklerimi toparlıyorum: (C)Ezaevlerine dikkat! Kalbimizin yarısı orada olmalıdır…
Alışmayın, kanıksamayın ve asla “Evet” demeyin zindanlarda olanlara…
W. Goethe’nin deyişiyle, “Pek çok şeye katlanmak zorunluluğunu, bir tek ‘evet’ sözü doğurur”; unutmayın bunu…
Oradakilerin kardeşlerimiz, yoldaşlarımız olmaktan öteye geleceğimiz, cüretimiz, bizi var edecek insanî direngenliğimiz olduğunu nakşedin yüreğinize, bilincinize…
Hayır kayıtsız kalan insanlara; itirazdan ve gerçeğin dillendirilmesinden hoşnut olmayanlara; basit ve yüzeysel maruzatlara sarılarak başkaldıran/ direnen her şeyi suçlamaktan zevk alanlara prim veremezsiniz; …
Onlar; gelmesi biraz gecikse de, gelecek bir aydınlık için dövüştükleri ve hâlâ da dövüşmeyi sürdürdükleri için zindanlardadır…
Şimdi Onların silahları sadece vücutları ve teslim alınması mümkün olmayan iradeleridir…
Bu irade, kararlılık, cüret, bilinç hep diri tutulup, çoğaltılmalı/ toplumsallaştırılmadır; “Her zaman düşünmeliyiz ki cesurca yapılmış bir atılımı sürdürmek için yeni cesaret gerekir, çünkü alışılmamış olanı alışılmış araçla başaramayız,” diyen W. Goethe’nin, “Bir şeyin ancak devamı varsa değeri vardır,”[3] diye ekleyen kararlığıyla…
Dostoyevski’nin, “İnsan yaşamayı ve yaşamayı aynı şey diye kabul ettiği zaman hürriyete kavuşur”; Publius Syrus’un, “Eski haksızlığa boyun eğmekle bir yenisini davet edersin,” sözlerine aşina olanlar; Tevfik Fikret’in, “Haksızlık eden başları bir gün… koparırlar” uyarısını unutmaz/ unutturmazlar Onlar!
Kolay mı? “Elleri var özgürlüğün/ Gözleri, ayakları/ Silmek için kanlı terini,/ Bakmak için yarınlara,/ Eşitliğe doğru giden,” diye haykırır Oktay Rifat…
Kolay mı? “Gaddar olursa devlet, o millet eder kıyam/ Mağdur olursa millet, o devlet bulur hitam...” diye ekler Abdülhak Hâmid Tarhan da…
Özetle Nâzım Hikmet’in, “Hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin/ Bir şarkı söyler gibi ölebilirlerdi,” dizeleriyle betimlenmesi mümkün olan Onlar; yine Adnan Yücel’in, ‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’ şiirindeki, “Yüreklerin karartılıp satıldığı/ Ve aşkların/ Buruşturulup atıldığı akşamlarda/ İnanç ki yenilmez kılar insanı” diye tarif ettiği aşkların, tutkuların hülyalı, kararlı vazgeçmeyen insanları yani insanlığın “has” insanları, isyankâr çocuklarıdır…
Onları, sevdalı serüvenlerini belkemiksiz Beyoğlu liberalleri, hiç mi hiç anlamaz!
Hani Orhan Veli (Kanık)’nin, ‘Cımbızlı Şiir’indeki, “Ne atom bombası,/ Ne Londra konferansı;/ Bir elinde cımbız,/ Bir elinde ayna;/ Umurunda mı dünya!” diye betimlediği İstiklal Caddesi’nin “yorgun demokratları”ndan Orhan Pamuk, Türkiye’nin hâlâ karanlık güçlerin yönetimde etkili olduğunu işaret ederek, ‘Timeout Moskova’ dergisine açıklamasında, “Bu ülke akla uygun ve düzgün kanunlarla yönetilmiyor,” diyor; doğrudur doğru olmasına da bu; ancak “Yetmez ama Evet…” demekten başka ne yapar bay Pamuk; insan hak(sızlık)larından zindanlara uzanan vahşet karşısında? Mucib-i merakımızdır!
Bitiriyorum diyeceklerimi Necati Cumalı’nın, “Son” şiirinden dizelerle…
“İçimden hep iyilik geliyor/ Yaşadığımız dünyayı seviyorum/ Kin tutmak benim harcım değil/ Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum/ / Gelecek güzel günlere inanıyorum/
Gelecek güzel günlere/ Sonunda galip geleceğine eminim/ İyiliğin, zekânın ve cesaretin/ İmanım var zaferine/ Aşkın, adaletin ve hürriyetin…”
17 Kasım 2010 09:45:59, Ankara.
N O T L A R
[*] ‘10. Yılında Hapishanelerde Tecrit ve Tecrite Karşı Mücadele Sempozyumu’nun (İstanbul) 28 Kasım 2010 tarihli “Tecrite Karşı Mücadelenin Dünü, Bugünü” oturumuna sunulan tebliğ… Kaldıraç, No: 116, Aralık 2010...
[1] William Blake.
[2] Işık Kutlu, “Sağırlaşmak”, Atılım, Yıl:3, No:2009-1 (7), 11 Nisan 2009, s.10.
[3] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.101-133.
|
Yorumlar