“Budalanın sersemliği her zaman zeki kimselere bileği taşı hizmet görür.” [1] Söylemek istediğim ilk şey, “Onları tanıdığım ve arkadaşları o...
“Budalanın sersemliği
her zaman zeki kimselere
bileği taşı hizmet görür.”[1]
Söylemek istediğim ilk şey, “Onları tanıdığım ve arkadaşları olmaktan da müthiş onur duyduğum”dur…
SDP Genel Başkan Dr. Rıdvan Turan’ı, Bursa’da Tıbbiye öğrencisi olduğu günlerden beri tanırım; yürekli bir entelektüeldir. 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nde İstanbul Sancaktepe’den DTP belediye başkan adayıyken Onunla omuz omuza çalıştım; o ne müthiş bahtiyarlıktı.
SDP MYK üyesi Ecevit Piroğlu’nu, İzmir’den, Özgür Üniversite’ye geldiği günlerden tanırım; ayağı 1 Mayıs’ta kırıldığında müthiş acı çekmiştim; canım ciğerimdir.
SDP MYK üyesi Ulaş Bayraktaroğlu’nu Ankara’daki öğrencilik günlerinden, antropolojiye özel ilgisinden, arkadaşım olan babasından tanırım; yiğit insandır; en son Tek-el mahallesinde kucaklamıştım Onu.
SDP PM üyesi İbrahim Turgut’u, parti üyesi Özgür Cafer Kalafat’ı da bilirim; ucuzcu bir bol kepçe lokantasında yemek ısmarlamıştım Onlara da; içtenlikli has insandırlar.
SDP Genel Başkan Yardımcısı Günay Kubilay’ı da ÖDP günlerinden beri tanırım, sessiz, gösterişten uzak, zeki, sıkı bir militan aydındır; sıcacık gülüşüyle aklımdadır hep.
Sonra TÖP’den Oğuzhan Kayserilioğlu’nu da, 80’li yılların Avrupa’sından beri tanırım; sağlam bir devrimci Marksist, deneyimli-yaratıcı bir Doktorcu”dur.
TÖP’den Tuncay Yılmaz’ı da ilk gençliğinde bir tekstil atölyesinde çalıştığı günlerden beri tanırım; ne kadar da büyüdü, gelişti…
Onlar (ismini zikredemediklerim dahil) radikal sosyalist olmanın gerekliliklerini, hem de bir ahlâk ve yaşam biçimi olarak hayata geçirmekte duraksamayan dürüst insanlardır;
Onları tanımak elbette müthiş bir onurdur; ama bundan da öte, onlarla radikal sosyalizm cephesinde omuz omuza dayanışma içinde olmak ise en büyük bahtiyarlığımdır; çünkü hepsi kardeş(ler)imdir…
* * * * *
Onlar şimdi; “AKP” patentli “Cemaat” mamûlatı bir komployla karşı karşıyalar.
Söz konusu komplonun “5N 1K”sına ilişkin olarak Mihrac Ural, ‘Cemaatin Rövanşı (Hanefi Avcı ve Şeytani Pusu)’ başlıklı yazısında şunlara işaret ediyor:
“Beklenen oldu. Hanefi Avcı, ‘Devrimci bir örgütle ilişkilendirilerek’ tutuklandı. Bu kadarını da beklemiyorduk diye düşünen varsa, Cemaat’i bilmiyorlar demektir… Cemaatten her şey beklenir ve olur. Burası Türkiye…
Cemaat, şeytanın aklına gelmeyecek bir suçlamayla Hanefi Avcı’yı vurdu; Devrimci Karargâh Örgütü’ne bilgi sızdırmaktan suçlayarak tutuklattı.
Kırk akıllı bir araya gelse de böylesi bir şeytani düzenek kurulamazdı. Böyle bir suçlamanın öncelikle Devrimci Karargâh Örgütü’nce kayıtsız şartsız ret edileceği açıktır. Bu eli kanlı emniyetçiyle devrimcilerin bir savaşı vardı, ilişkisi değil.”
* * * * *
Bu tablo “adalet”ten yoksun bir hukuk(suzluk)tur!
François-Rene de Chateaubriand’ın, “Adalet, halkın ekmeğidir; halk adalete her zaman açtır”; Jules Renard’ın, “Adalet diye bir şey vardır,… cazgır adaletsizliğin hemen arkasında”; Yevgeni Yevtuşenko’nun, “Adalet, hemen her zaman rötar yapan bir trene benzer”; Ulpinnus’un, “Adaletin küçüldüğü ülkelerde, büyük olan artık suçlulardır”; Montaigne’inin, “Adaletin olmadığı yerde ahlâk da yoktur”; Phaedrus’un, “Gücün haklı çıktığı yerde adalet bekleme,” sözleriyle betimlediği “adalet” deyip geçmeyin; Martin Luther King’in, 1963 yılında Bermingham Cezaevi’nden kaleme aldığı mektubundaki üzere, “Herhangi bir yerde haksızlık yapılıyorsa her yerde adalet tehlikede demektir.”
Bunu sadece ben demiyorum; örneğin Eflatun’un ‘Devlet’ çalışmasını oluşturan 10 kitabın I. ve VIII. kitapları “adalet” ve “adaletli toplum” kavramı üzerine çok önemli bir tartışmaları içerirken; Eflatun, bir toplumun adaletli olup olmadığının esas gözlemlenme alanının, bireysel değil, devlet yönetimi ve politika olduğunu söyler.
Haksız da değildir!
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nca (TESEV) hâkim ve savcılardan oluşan 51 kişiyle görüşülerek hazırlanan rapora göre, “Adaletin terazisi devletten yana”yken; Doç. Dr. Muhammet Özekes’in, “Ülkemizde bugün hukukun her yönü ile vicdan ve ahlâk sorunu vardır”; Gürsel Kasım’ın, “Yargı erki, yasama ve yürütme erkinden ayrılmazsa özgürlük olmaz. Yasama erkiyle birleşirse toplum yaşamı ve özgürlüğü keyfi kontrole gidebilir,” sözlerinin altı özenle çizilmelidir!
Yine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ABD seyahatine giderken, “Özel yetkili mahkemeler üniformasız DGM… Tutukluluk süreleri cezaya dönüşüyor… Yargıda gerçek anlamda reform yapalım diye yola çıktığımızda kurumlardan itirazlar ve tavsiyeler geldi. Sonuçta, DGM’lerde sadece insanlar değişti, üniformalar çıktı. Özünde bir şey değişmedi,” derken; Türk(iye) hukuk(suzluğ)unun ne menem bir şey olduğunu itiraf da etmiş olmuyor mu?!
Nihayet AKP’nin “Cemaat” patentli yandaş medyasından ‘Zaman’daki, ‘Yargıdaki Siyasallaşmanın Kitabını Yazdı’ başlıklı yazısında Mükremin Albayrak da bakın ne diyor:
“Türk yargı sistemi müdahale ve baskı derdinden hiç kurtulmadı. Kimi dönemlerde ‘önce infaz, sonra mahkeme ve karar oluşturma’ uygulamaları yapıldığı eleştirilerine maruz kaldı”!
Bu kadarı yeter mi? Yetmez!
Tam da bu koordinatlarda burjuva hukuk(suzluk) ve Türk(iye) boyutu için Anatole France’ın, “Yasalar, o görkemli eşitlikleriyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara olduğu kadar zenginlere de yasaklar”; John Locke’nin, “Hukukun bittiği yerde zorbanın egemenliği başlar”; Ambrose Bierce’nin, “Dava. Domuz olarak girip sosis olarak çıktığınız bir düzenek,” haykırışlarını anımsayın…
* * * * *
Söz konusu hukuk(suzluğ)a bir de manipülasyon medyasının iftiraları eşlik ediyor.
Mesela bu noktada Thomas Jefferson’un, “Bir gazetenin en yanlışsız sayfaları ilan sayfalarıdır,” demesinde, gülmeceyle bezeli bir aşağılama yok mudur?
Ya da Oscar Wilde’ın, “Eskiden işkence âletleri vardı, şimdi gazeteler var...”
Veya George Bernard Shaw’ın, “Görünen o ki, gazeteler bir bisiklet kazası ile uygarlığın çöküşünü birbirinden ayırt edemiyor...” deyişi…
Yani medyatik yalan(lar)ın, iftiral(lar)ın öne çıkarıldığı egemen(lerin) hukuk(suzluğ)un keyfiliği…
* * * * *
Bu(nlar) böyle olunca da Aristoteles’in, “Yasaların egemen olmadığı yerde mantar gibi demagog biter”; Mark Twain’in, “Doğru daha ayakkabılarını giyemeden, yalan dünyanın yarısını dolaşır,” deyişlerindeki tablo, SDP ve TÖP’lülere yönelik medya “tezgâhı”ndaki somutta olduğu gibi dikilir karşımıza…
Örneğin gözaltına alınanların henüz ifade vermekte olduğu saatlerde, emniyet tarafından hazırlanan 6 buçuk dakikalık bir videonun basın servis edildiği ve Fetullah Gülen cemaatine yakınlığı ile bilinen Samanyoluhaber.com sitesinde yayınlandığı aktarıldı. Bu görüntüler daha sonra devlet kanalı TRT ve hükümete yakın birçok basın kuruluşuna servis edildi!
Mesela ‘Zaman’dan Salih Karakaya, “Hanefi Avcı kitapta deşifre edince örgüt lideri yurtdışına kaçtı,”[2]derken; Mahir Sayın CNN’de, “Hanefi Avcı’yı tanımam, bilmem. Yurtdışına kaçtığım yalandır. Yasal yollardan, Sabiha Gökçen’den ayrıldım. İsviçre’de yaşıyorum. Hakkımdaki iddiaları çürütmek için Türkiye’ye döneceğim,” diyor!
Dikkat edin emniyetin “iddia”sı, “hükme”/ “infaza” tahvil ediliyor!
Mesela ‘Zaman’ gazetesi, “… ‘Dinlendim’ dediği hat Devrimci Karargâh örgütü üyesine ait”…[3]“Hanefi Avcı’nın kefil olduğu Devrimci Karargâh terör örgütü üyesi tutuklandı…”[4] “Hanefi Avcı, örgüt üyesiyle 8 ayda 30 kez görüşmüş… Devrimci Karargâh terör örgütünün, ‘operasyonel kitap’ olarak da anılan ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ın yazarı Avcı’yı ‘içişleri bakanı’ yapmayı planladığı ortaya çıktı...”[5]türünden bir “hüküm”/ “infaz” tetikçiliğini üstleniyor!
‘Star’ın Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar’ın “niyet okumaları”ndan tutun da “yasak aşk” veya “şantaj” hikâyelerine 32 kısım tekmili birden egemen(lerin) manipülasyon medyası rezilliği katrşımızdadır…
Mesela ‘Vakit’, “… ‘Haliç’te Yaşayan Simonlar’ kitabıyla gündeme gelen eski Eskişehir Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın, irtibatlı olduğu tespit edilen Devrimci Karargâh terör örgütü mensubu Necdet Kılıç’ın evinde yasak aşk yaşadığı iddia edildi,”[6] derken Necdet Kılıç’ın “Devrimci Karargâh terör örgütü mensubu”(!?) olduğunu, “yasak aşk” yaygaraları eşliğinde yargısızca hükme bağlamış oluyor!
Sonra ‘Bugün’ gazetesi “Devrimci Karargâh operasyonunda şok bir gelişme yaşandı” vurgusuyla devreye girip, “Avcı’nın kitabında ‘arkadaşım’ dediği Nejdet Kılıç çevresinde odaklanan soruşturma, Hanefi Avcı ile örgüt arasındaki tuhaf ilişkiyi ortaya çıkardı. Avcı’nın yasak aşkının örgüt tarafından kaydedilmesi sebebiyle şantaja uğramış olabileceği iddia edildi,”[7] diyerek “şantaj” teorisini kotarıyor…
Ancak söz konusu kadın NTV’ye çıktığında dedikleriyle bu yalanı da yerle yeksan ediyor…
Ya Necdet Kılıç hakkında denilenler?!
Yine ‘Zaman’dan Salih Sarıkaya’ya göre, “Terör örgütü ile SDP üst düzey yöneticileriyle görüşmeleri tespit edilen Necdet Kılıç, 1980 öncesi THKP-C içerisinde yer almış ve 1981 yılında yakalanarak tutuklanmıştı. Ayrıca Kılıç’ın birçok örgüt mensubu ile irtibatlı olduğu, Ecevit Piroğlu, İbrahim Turgut ve Özgür Cafer Kalafat ile illegal kazanç elde ederek, örgüte finansman sağladıkları öğrenildi. Kılıç, Mersin’de ‘Bahçe’ olarak ifade ettiği yerde üst düzey örgüt mensupları, TKKKÖ Merkez Komite üyeliği yapmış şahıslar, Dev-Sol kurucusu, THKP-C/Kurtuluş örgütü kurucusu gibi şahıslarla toplantılar düzenlediği öğrenildi.”[8] “Kılıç’tan çocuk pornosu çıktı. Kılıç’ın fuhuşa aracılık yaptığı ve bazı kadınları çalıştırdığı da iddialar arasında,”[9] diyen iğrençlik; üçüncü sınıf bile olamayan polisiye anlatıcılığına dahi parmak ısırtamıyor…
William Shakespeare’in, “Kılıçtan da keskindir iftira,/ Bin kat daha zehirlidir dili/ Nil’in tekmil yılanlarından,/ En hızlı rüzgâra nal toplatır soluğu,/ Ulaşır dünyanın dört yanına,/ Sapan taşı yetişmez ardından,” diye betimlediği iftiraların tutmayacağından kimsenin kuşkusu olmasın!
* * * * *
Ne bu komplonun ne de Hanefi Avı hikâyelerinin SDP ve TÖP’lü radikal sosyalistleri bağlayan bir yanı yoktur!
Bizim, “Cemaat”in de Hanefi Avı’nın da kim olduğunu unutma/ unutturma ve bağışlama lüksümüz asla yok; olmadı; olmayacaktır da…
Hatırlanır… 1980 Temmuz’unda gözaltına alınan Ali Uygur, Mersin Emniyet Müdürlüğü’nde sorguda öldürülmüş, önce gözaltında olduğu bile kabul edilmeyen Uygur’un daha sonra “yer gösterirken kaçtığı” açıklanmış ve cesedi kimsesizler mezarlığında bulunmuştu.
Uygur’la birlikte gözaltında bulunan bazı tanıklar Hanefi Avcı’nın onlara Uygur’un ayakkabısını göstererek “Bu ayakkabının sahibini tanıyor musun?” sorusunu sorduğunu söylemişlerdi. Avcı, gözaltındaki diğer devrimcileri “Konuşmazsanız sonunuz Ali Uygur gibi olur” diyerek tehdit ediyordu.
2000’li yılların ortalarında Ali Uygur’un arkadaşlarının, arkadaşlarının “kimsesiz” olmadığını kanıtlayarak mezarını yaptırdıklarını, Mersin 78’liler Derneği ve Ali Uygur’un kardeşi tarafından Cumhuriyet Savcılığı’na yapılan suç duyurusunun ise kabul görmediğini anımsatmadan geçmeyeyim…
1980’li yıllarda Mersin’de yaşayan pek çok kişi açısından, sadece işkenceci değil aynı zamanda bir devrimcinin gözaltında katledilmesinden, hatta cesedinin bile kaybedilmesinden birinci derecede sorumlu olan Hanefi Avcı’nın, “Bu bir cemaat operasyonudur. Benim hayatım sol örgütlerle mücadeleyle geçti,” sözlerinin altı özenle çizilmelidir!
Onun bugünü hakkında “Avcı’nın ne zaman ve nasıl ‘devrimci’ olduğunu hiç kimse asla öğrenemeyecek,” diyen Ertuğrul Mavioğlu’nun ironisini hiçbir nedenle göz ardı edemeyiz!
Altını çiziyorum: Kardeş(ler)imin, işkenceciyle hiçbir alâkâları söz konusu değildir, olamaz da…
* * * * *
“İyi de olan ne” mi?
“Kral çıplak” diyenler, çıplak kral tarafından “cezalandırılıyor”...
Örneğin gözaltına alınıp, mahkeme tarafından tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan SDP PM Üyesi ve İHD İstanbul Şube Yöneticisi Sultan Seçik’in, “Türkiye’nin tarihi karanlık olaylarla doludur. O televizyonlarda kendi işledikleri cinayetleri üzerimize yıkmaya çalışan basın”dan söz ettiği; SDP Genel Başkan Yardımcısı Ekin Bodur’un, referandum sonrasında yaşanan gözaltıların 12 Eylül cuntasını aratmayacak şekilde gerçekleştiğini belirttiği; Hanefi Avcı’nın, Necdet Kılıç’ın Devrimci Karargâh örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alınmasını “uyduruk olay” diye nitelendirdiği düzlemde tarihsel planda bildik/ tanıdık bir senaryo ile yüz yüzeyiz yine…
Bundan 77 sene önce, genel seçimle kazandıkları iktidarı mutlak bir diktatoryaya çevirmek ve bütün muhaliflerini yok etmek planlarının ilk adımı olarak Alman Parlamentosu Reichstag binasını ateşe vermişti Naziler. Kendi elleriyle gerçekleştirdikleri bu provokasyonu komünistlerin üzerine yıkmışlar; düzmece iddialarla başlattıkları tutuklama terörüyle önce komünistleri, sosyalistleri, aydınları, sendikacıları daha sonra da din adamları da dahil olmak üzere kendilerine karşı olan herkesi toplama kamplarına doldurmuşlardı.
77 sene sonra dünyanın bir başka coğrafyasında, Türkiye’de aynı senaryonun sahneye konulduğuna tanık olunmaktadır.
12 Eylül 2010 Referandumu öncesinde, toplumun her kesimine demokratikleşme vaatlerini bol keseden dağıtan, “Evet çıkması durumunda derhâl yeni anayasa çalışmalarını başlatacağını, ileri demokratik bir düzen tesis edeceğini iddia ederek herkesin ağzına bir parmak bal çalan AKP; referandumdan iki hafta sonra, muhaliflerini ezmek, mutlak iktidarını pekiştirmek amacıyla yeni bir pasifikasyon harekâtını devre sokmuştur.
Bu bağlamda AKP’ye muhalif radikal sosyalistlere karşı, Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’e rahmet okutacak bir dezenformasyon, kara çalma, iftira kampanyası sürdürülmektedir.
AKP’nin “ileri demokrasi”si, tamı tamına budur: Provokasyon, komplo, yalan!
Emniyet’in “servis” ettiği videoyla AKP yanlısı ‘Bugün’, ‘Yeni Şafak’, ‘Star’ ve ‘Samanyolu TV’ gibi basın/yayın organlarında ortaya atılan asılsız iddia ve iftiralarla da sınırlı kalınmayıp; tutuklananlar hakkında “ASALA örgütüyle içli dışlı olmak”tan, “fuhuş organizasyonu yapma”ya, “çocuk pornosu bulundurma”ya varan iğrenç karalama, dezenformasyon kampanyası sürdürülmektedir.
Oynanan sinsi, kirli bir AKP oyundur: Solu ve toplumu sindirmek ve toplumsal muhalefeti etkisizleştirmek için siyaset ve etik dışı yöntemlerden, ince tezgâhlardan medet uman bir çizgiyi temel faaliyet çizgisi hâline getirmiştir ki, bu da AKP’nin -kendi- 12 Eylül’ünü devam ettirdiğinin açık göstergesidir.
Sanırım buna “Cemaat”çiler ile “Yetmez”cileri dışında hiç kimsenin itirazı yoktur ve olmayacaktır da!
George Clooney’in, “Son yıllarda karşı çıkışların anlamı da etkisi de azaldı. İnsanlar muhalif davranıştan korkuyorlar, vatan haini ilan edilmekten çekiniyorlar,” dediği koordinatlarda diyeceklerimi şu sözlerle bitiriyorum: “Kardeşlerim, siz orada, biz burada yalanın egemenliğine karşı isyanı büyütüyoruz; bugün değilse yarın bizim de sıramız gelecek… Ruhi Su’nu dediği gibi, ‘Sabahın sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar’… Kimsenin bundan şüphesi olmasın!”
1 Ekim 2010 12:12:58, Ankara.
N O T L A R
[*] Sosyalist Demokrasi, No:98, 7 Ekim 2010…
[1] W. Shakespeare.
[2] Salih Karakaya, “Hanefi Avcı Kitapta Deşifre Edince Örgüt Lideri Yurtdışına Kaçtı”, Zaman, 25 Eylül 2010, s.15.
[3] “… ‘Dinlendim’ Dediği Hat Devrimci Karargâh Örgütü Üyesine Ait”, Zaman, 23 Eylül 2010, s.17.
[4] Büşra Erdal, “Hanefi Avcı’nın Kefil Olduğu Devrimci Karargâh Terör Örgütü Üyesi Tutuklandı”, Zaman, 26 Eylül 2010, s.1-16.
[5] “Hanefi Avcı, Örgüt Üyesiyle 8 Ayda 30 Kez Görüşmüş”, Zaman, 26 Eylül 2010, s.16.
[6] “Örgüt Evinde Zina İddiası”, Vakit, 24 Eylül 2010, s.20.
[7] “Karargâh’ta Avcı Sürprizi”, Bugün, 24 Eylül 2010, s.13.
[8] Salih Sarıkaya, “Devrimci Karargâh İrtibatı Deşifre Olan Hanefi Avcı Genelkurmay’a Gidiyor”, Zaman, 24 Eylül 2010, s.1-4.
[9] Salih Karakaya, “Hanefi Avcı Kitapta Deşifre Edince Örgüt Lideri Yurtdışına Kaçtı”, Zaman, 25 Eylül 2010, s.15.
Yorumlar